27 Ekim 2009 Salı

NTV Yayınları- Dünya Klasikleri



Çizgi romanları severdim eskiden. Okuduklarımı aynı zamanda görme şansına da sahip oluyordum. Evet, romanı okuyup onu hayalinde insanın kendisinin canlandırması da güzel. Ama çizgi romanların herkesin geçmişinde özel bir yeri vardır diye düşünüyorum. Dünya Klasiklerini de severim. Kimini okudum. Ama okumadıklarım daha fazladır kesinlikle. Zaman sonra farklı türde kitaplar okumaya başlayınca bir kenara bıraktım hatta unuttum bu edebiyat klasiklerini. Benim gibi pek çok kişi unutmuş olsa gerek onları.



Bu kadar zamandan sonra NTV Yayınları'nın çıkarttığı  Çizgi Roman Dünya Klasikleri, unuttuklarımı hatırlattı bana. İlk önce William Shakespeare'in Macbeth'ini çıkardılar. Kitabın orjinaline göre çok sade ve kısa ama çizimler gerçekten çok başarılı. Macbeth'den sonra Franz Kafka'nın ünlü romanı Dava'nın çizgi romanını çıkarttılar. Macbeth'in parlak kağıdından sonra Dava'nın soluk hali hayal kırıklığı oldu.  Mary Shelley'in 1818 yılında yazdığı en ünlü romanı Frankestein , NTV Yayınları tarafından yayınlandığında kaldığımız yerden devam ettik. Eylül ayında ilk baskısını yayınladıkları, Dostoyevski'nin en ünlü romanı Suç ve Ceza ile Çizgi Roman Dünya Klasikleri serisi devam ediyor. Kitapların satış fiyatı 10,-TL. Ama www.ntvyayinlari.com web adresinden satın alırsanız fiyatı 8.5,-TL oluyor.Üstelik kargo ücreti de ödemiyorsunuz.

Kitaplardaki çizimler oldukça başarılı, anlatım dili sürükleyici ve görsellik tam kararında. NTV yayınlarından sonra Everest Yayınları da Çizgi Roman çıkardı ama incelediğim kadarıyla çok başarılı değil. Her ne kadar onlar çizim tekniği olarak Japon Manga tekniğini kullanmış olsalar da, kitaplarının kalitesi NTV Yayınları kadar başarılı değil.

Birer tane alıp, kütüphanenize koyabileceğiniz, belki de çocuklarımıza bu klasikleri okumayı daha çok sevdirebilecek olan Çizgi Romanlar'dan edinmeniz dileğiyle...



25 Ekim 2009 Pazar

Kıyıköy

Bütün yaz eşimle gitmeyi düşünmüştük ama bir türlü fırsat olmadı. Derken geçen hafta pazar günü İfsak'ın ( İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği ) düzenlediği fotoğraf gezisi ile gitme fırsatı buldum Kıyıköy'e. Hava yağmurlu olmasına rağmen hepimiz için doğaya, doğallığa, balığa ve fotoğrafa doyduğumuz bir gezi oldu.



Kıyıköy, Trakya'nın Karadeniz kıyılarında, Kırklareli'ne bağlı küçük ama şirin bir köy. İstanbul' a yaklaşık 164 km, Kırklareli - Vize'ye 40 km uzaklıkta bulunan Kıyıköy, antik çağlardan bu yana varlığını sürdüren bir yerleşim merkezi. Buraya gelmek için takip etmeniz gereken güzergah; Tem Otobanın'dan Çerkezköy çıkışından çıkıp, Organize - Saray istikametini takip ederek Saray'a gelmeniz ve çok fazla ilerlemeden , yaklaşık 1 km sonra göreceğiniz Kıyıköy tabelasından içeri girmek olacaktır. Biraz virajlı ama yemyeşil bir yolda yapacağınız bu yolculuğun sonunda Kıyıköy'e varmış olacaksınız.



Kıyıköy, her iki yanından akarak denize ulaşan " Pabuç " ve " Kazan " adlı derelerin arasında kalan yüksek bir tepede kurulmuş. Karadeniz'e kıyısı olması sebebiyle, onun hırçın dalgalarından fazlasıyla nasibini almış ve hala almakta olan bir köy burası. Köyün girişinde eski zamanlardan kalma surlar karşılıyor insanı. Köye giriş yapabilmek için muhakkak bu surların içinden geçmeniz gerekiyor. Köy meydanı çok büyük değil ama aracınızı park etmede sıkıntı yaşamayacağınız kesin. Kıyıköy, yüksek bir tepede olduğu için, limanı aşağıda kalıyor. Liman manzarası, gayet güzel ve liman oldukça kalabalık. Balıkçı tekneleri o gün denize açılmamış balık olmadığından. Anlayacağınız balıkçılar pek keyifli değillerdi. Limana ister arabanızla isterseniz yürüyerek gidebilirsiniz. Liman'a karşı Kıyıköy Köşk Restaurant - Tevfik'in Yeri'nde balık yiyebilirsiniz. Ortalama büyük balık fiyatları ( Lüfer mesela ) 15-20,-TL arasında değişiyor. Karides Güveç ve Kalamar da bulabilirsiniz. Ama İstanbul'da yediklerimizden biraz farklı geliyor Karides Güveç; sadece pul biber ve tereyağ ile. İçki servisleri de bulunuyor. Hatta mekanın içinde çok şirin bir şömine bile mevcut.



Köyün tepede bulunan fenerinden Kıyıköy'ün her iki tarafını da görmek mümkün. Köyün bir tarafı liman diğer tarafı ise kumsal . Kumsalı çok büyük değil ama ilerledikçe güzel koylar ve kumsallar bulabilmeniz mümkün. Kumsalın hemen yanından denize kavuşan dere, insana bir anda Ağva'yı hatırlatıyor. Derenin kenarında da köye uygun bir balık restaurant'ı var. Eskiden oraya sandalla gidilirken şimdi tahta köprüden geçerek gidebiliyorsunuz. Kumsaldan merdivenlerle köye çıkabilmeniz mümkün bu arada. Bu dik ve biraz uzun merdivenleri çıkarken arada durup manzaraya bakmayı veya banklarda oturup nefes almayı unutmayın.



Kıyıköy'de pek çok anıt kaya ve derin mağaralar mevcut. Bunlara en iyi örnek Aya Nicola ( Hagia Nicola )Manastırı. VI. yüzyıl Jüstinyen Dönemi'ne ait ve kayalara oyulmak suretiyle oluşturulmuş olan manastırın zemin katı Kilise, daha aşağıdaki bodrum katı ise Ayazma'dır. Manastır'dan geriye pek bir şey kalmamış olsa da, köyün eski dönemlerden kaldığının kanıtı olmaya yeterli görünüyor.



Koruma altındaki köyde herkes oldukça rahat. Köye olan ilgiye, fotoğraf çekimlerine ve ziyaretçilere alışmışlar. Hatta köydeki köpekler bile bu durumu kabullenmiş görünüyor. Gruplar halinde yaptığımız gezide, her gruba neredeyse 4-5 tane köpek düşüyordu. Sizi çok fazla rahatsız etmeyen köpeklerin tek istediği birazcık onlarla oynamanız. Anında kendilerini size teslim etmeye hazırlar.

Her mevsim ayrı bir tat bulabileceğiniz Kıyıköy, hafta sonu alternatifleri için listenize alabileceğiniz bir yer. Temiz hava, bol oksijen, yanında balık denemeye değer.

Bir hafta sonunuzu ayırmanız dileğiyle...

22 Ekim 2009 Perşembe

Mostar Köftecisi

Farklı lezzetleri keşfetmek için yaptığımız araştırmalar sonunda listemize almıştık Mostar Köftecisi'ni. Üstelik mekan oturduğumuz yere de yakın sayılıyor. En kısa sürede gideceğiz derken geçen gün gördük ki Taksim'de, İstiklal Caddesi'ne de bir şube açmış Mostar Köftecisi. Ve geçen Salı akşamı gitmek kısmet oldu.



Mostar Köftecisi'nin asıl yeri Yenibosna'da. Şubesi ise, yaklaşık 2 ay kadar önce İstiklal Caddesi'nde, Hüseyin Ağa Camii'nin hemen karşısındaki sokakta bulunan 4 katlı yerde açılmış. Aydınlık ve şık görünüyor dışarıdan. İçeri girdikten sonra müsait olan her duvara, Balkan Fotoğrafları, Yahya Kemal Beyatlı'nın bir kaç şiiri ve Bulutsuzluk Özlemi'nin 
" Yaşamaya Mecbursun" şarkısının sözleri döşenmiş. Giriş katında Yahya Kemal Beyatlı'nın " Akıncılar " ve " Sessiz Gemi " şiiri var. Üst katta ise, bunlara ilave olarak " Mohaç Türküsü "bulunuyor. Mekanda aklınıza gelebilecek tüm eşyaların üzerinde Mostar Köprüsü'nün resmi mevcut. Duvardaki fotoğraflar ve objelerdeki resimler sizi biraz olsun oralara götürmeye yetiyor yani.



Mostar Köftecisi'nin menüsü tabiki köftelerden oluşuyor. Fakat bunlar öyle sıradan köfteler değil. Balkanlardan gelip ülkemizin çeşitli bölgelerine yerleşen  Balkan Muhaciri vatandaşlarımızın oralardan getirdiği tatlardan oluşuyor. Şimdi hepsi kendi yöresinde en çok bilinen ve o yöreyle özdeşleşmiş köfteler oldu. Zaten siparişlerinizi verdikten sonra beklerken okuyabilmeniz için masa servislerinde köftenin tarihi anlatılıyor. Mostar Köftecisi'nin menüsünde 4 ayrı köfte bulunuyor. Bunlar; Mostar Köftesi, Rumeli Köftesi, Adapazarı Islama Köfte ve Kaşarlı Köfte. Biz tercihimizi Mostar Köftesi ve Islama Köfte'den yana kullandık. Tabiki köfte olunca yanına piyaz söylememek olmaz deyip onu da sipariş ettik.


 
Mostar Köftecisi'nde fiyatlar makul seviyede sayılır. Rumeli Köftesi dışındaki köftelerin porsiyonu 8,-TL. Piyaz- salata, 4,-TL, Dondurmalı İrmik Helvası ise 6,-TL. Gitmeden önce aklınızda bulunsun... Ayrıca her masada bulunan kısa anket çalışması da daha iyi hizmet ve lezzet kalitesi için düşünülmüş bir detay olarak gözümüze çarptı. Biz doldurduk, gittiğinizde siz de doldurabilirsiniz.Köftelerin lezzeti kadar bize sunumu da önemliydi ve gerçekten güzel bir sunumla köftelerimiz siparişimizden yaklaşık 10 dakika sonra geldi. Ve yaklaşık 10 dakika sonra da bitti. Köfte keyfinin üstüne bir de dondurmalı irmik helvası keyfi yapmak gerekir düşüncesiyle tatlımızı da söyledik. Onun da tabaktaki duruşu çok şıktı. Ve tabiki lezzeti tek kelimeyle mükemmeldi. Kesinlikle yemeden kalkmayın.



İster Yenibosna ister Taksim bence farketmez. Ama görmek için Yenibosna'daki yere de gideceğiz.  Daha detaylı bilgi için aşağıdaki web sitelerini ziyaret edebilirsiniz:

Şimdiden afiyet olsun...



14 Ekim 2009 Çarşamba

Görünürlük Projesi ' 09

Geçen hafta sabah işe giderken Joy FM'de duymuştum bu projeyi. Aslında duyduğum tek kısım 10 Ekim Cumaresi günü saat 12.00 da başlayıp gece 23.00 ' a kadar süreceğiydi. DJ, ısrarla davet ediyordu dinleyenleri. Biz de 11. Uluslararası İstanbul Bienali'ni gezdikten sonra en azından akşamki gösterilere gidip bir bakalım dedik.

09 Ekim Cuma günü, biraz araştıralım dedik. Gördük ki Galata Perform,  5 yıldır düzenliyormuş bu projeyi. Proje, bu sene Galata ve çevresindeki mekanlarda düzenlendi. Görünürlük Projesi '09 un teması "Işık". Temanın "Işık" olmasının  iki tane önemli sebebi varmış: Birincisi , Galata ve Şişhane'nin aydınlatma üreticisi ve satıcısıyla Türkiye'nin " Işık " merkezi olması, ikinci sebep ise Galata Mevlevihanesi'nin burada bulunmasıymış.

Akşamki etkinlikler öncesinde, Galata Kulesi'nin hemen dibinde bulunan ve açılalı yaklaşık 15 gün olmuş Ritim Galata, bizim için  iyi bir durak yeri oldu. Gerek yemekleri, gerek çaldıkları müzikler ve gerekse de çalışanların ilgili tavrı bizi memnun etmeye yetti. Ama hala bir pos cihazlarının olmaması mekanın tek eksi tarafıydı. Bu arada fiyatların da gayet makul seviyelerde olduğunu belirtmeliyim. Galata Kulesi'nin oralara giderseniz sizler için iyi bir alternatif olabilir.

Proje kapsamında ücretli etkinliklerin yanı sıra ücretsiz sokak etkinlikleri de vardı. Biz 20.30 da, Kuledibi Meydanı'ndaki " Herkes İçin Etkileşimli Gölge Oyunu" nu ve akabinde yine Kuledibi Meydanı'ndaki Guerrilla Lighting ( Bina Aydınlatma Gösterisi ) gösterisini seyrettik. Her ikisi de gerçekten oldukça başarılı ve eğlenceliydi. Belki gün içindeki etkinlikleri göremedik ama İstanbul Bienali sonrası bu iki gösteri  bizim için birer yorgunluk kahvesi gibi oldu. Bu arada Kuledibi Meydanı'ndaki bu gösterilere ilgi çok fazlaydı. Bu kalabalık bizim için çok dikkat çekiciydi.

5 yıldır düzenlenen Görünürlük Projesi'yle ilgili bilgileri aşağıdaki linkte bulabilirsiniz. Bu sene için kaçırmış olabilirsiniz ama seneye gitmemek için bir nedeninizin olamayacağını detayları inceledikten sonra anlayacaksınız.


Seneye buluşmak dileğiyle...

12 Ekim 2009 Pazartesi

11. Uluslararası İstanbul Bienali ( 12 Eylül - 8 Kasım 2009)



İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı ( İKSV ) tarafından 1987'den itibaren düzenlenen Uluslararası İstanbul Bienali'nin amacı, farklı kültürlerden sanatçı ve izleyicileri görsel sanatlar alanında İstanbul'da buluşturabilmek. Genelde her 2 sene de bir düzenlenen Bienal, bu sene yaklaşık 2 ay boyunca, 3 farklı mekanda bizleri 40 ülkeden gelen 70 sanatçı ile buluşturmaya aracılık ediyor.


Önceki senelerde tek Küratör tarafından hazırlanan İstanbul Bienal'i bu sene farklı olarak Zagreb'li 4 kadından oluşan Küratör Kolektifi ( What, How £ for Whom / WHW ) tarafından hazırlanmış. WHW, 1999 yılında Zagreb'te kurulmuş olup, hiç bir kar amacı gütmeyen bir görsel kültür kuruluşudur. WHW, Ivet Curlin, Ana Devic, Natasa Ilic ve Sabina Sabolovic'ten oluşmaktadır. Kolektif, 2003 yılından bu yana Zagreb Belediyesi'ne bağlı Nova Galerisi'ni yönetmektedir.

Bu seneki İstanbul Bienal'i başlığını, dilimize " İnsan Neyle Yaşar? " olarak çevrilen " Denn Vovon Lebt der Menschh " adlı şarkıdan alıyor. Bu şarkı, Bertolt Brecht'in Elisabeth Hauptmann ve Kurt Weill ile birlikte 80 sene önce yazdığı " Üç Kuruşluk Opera " isimli oyunun son perdesinin kapanış parçasıdır. Bu seneki Bienal'de amaç, bu soruya bir cevap bulmaktan ziyade izleyicilerin  hem bu soruyu hem de başka soruları sormasını sağlamak olmuş.



11. Uluslararası İstanbul Bienali'nde 40 ülkeden gelen 70 sanatçının 141 tane eseri sergileniyor.  Bu eserler, 6.000 m2 genişliğindeki 3 ayrı mekanda sergileniyor. Bu mekanlar, Antrepo No.3, Tütün Deposu ve Feriköy Rum Okulu. Bu mekanlardan Antrepo ve Tütün Deposu, Tophane'de bulunuyor. Antrepo No.3, İstanbul Liman İşletmeleri'nde, İstanbul Modern'in orada. Özel araçlarıyla gelmek isteyenler için yeterli bir otopark'a sahip. Tütün Deposu, Lüleci Hendek Caddesi üzerinde, Tophane otobüs durağının arkasında bulunan parkın hemen ardındaki caddede. Zaten caddenin başında sizi Tütün Deposu'na yönlendirecek olan tabelayı görmeniz de mümkün. Feriköy Rum Okulu ise, Abide-i Hürriyet Caddesi üzerinde sağ tarafta kalıyor.

İstanbul Bienali, pazartesi günleri hariç her gün 10.00 - 19.00 saatleri arasında ziyarete açık. Tam bilet; 10,-TL, İndirimli bilet ise ; 5,-TL. 20 kişi ve üstü gruplar için indirim bulunuyor.  Ayrıca Üniversite öğrencileri kimliklerini göstererek Bienali ücretsiz olarak gezebiliyor. Bütün mekanlarda her gün, 11.00 - 13.30 - 15.00 - 16.30 saatlerinde rehberli turlar bulunuyor. Bu turların fiyatı ise tam bilet; 10,-TL, Öğrenci bileti; 5,-TL. Ayrıca Bienal gişelerinde satın alabileceğiniz Bienal Rehberi'nin fiyatı da 2,-TL. Bienal ile ilgili detayları  burada bulabilirsiniz. Satın alınan giriş ve rehberli tur biletini her 3 mekanda da birer kez kullanma hakkınız bulunuyor. Bu nedenle bir mekanı gezdikten sonra biletlerinizi sakın yırtıp atmayın, diğer mekanlar ve turlar için saklayın.



Bienali gezmeye en büyük mekan olan Antrepo No.3'ten başladık. Tercihimiz rehberli turdan yana oldu. Size tavsiyem, ya önce kendi başınıza gezip sonra rehber eşliğinde gezin ya da tam tersini yapın. Ama muhakkak rehber eşliğinde gezmeyi ihmal etmeyin. 



Girişte, tepede kırmızı ve büyük harflerle yazılı " Don't Complain  ( Şikayet Etme ) " yazısı ile karşılaşıyorsunuz önce. Ve sonra diğer eserler geliyor. Hepsinin ayrı bir hikayesi olsa da  hepsi ortak bir mesaj veriyor. Aynı şeyi farklı şekillerde anlatmış sanatçılar. Kapitalizm'e tamamen karşı, onu hiç bir şekilde kabul etmeyen Bienal Sanatçıları aynı zamanda kadınların olmayan (!) hakları üzerine çok ilgi çekici ve vurucu eserler ortaya koymuşlar. Her 3 mekanda da dikkatinizi en çok çekecek olan şey, yerdeki buruşturulmuş, üzerine defalarca basılmış kırmızı kağıtlar. Merak edip elinize aldığınızda okuduğunuz şeylerden sonra o kağıdı tekrar yere atmak insanda büyük cesaret ve duyarsızlık gerektiriyor.



Antrepo ve Tütün Deposu'nu gezebildik gün boyunca ama ilk fırsatta Rum Okulu'nu da gezmeyi planlıyoruz. Her iki mekanda da pek çok eser ilgimizi çekse de bizi en çok etkileyenler; Wafa  Hourani'nin Kalendiye 2087, Marina Naprushkina'nın Başkanlık Platformu, Malden Stilinovic'in Kimse Görmek İstemez, Nevin Aladağ'ın Şehir Sesi I - II - III, Etcetera Grubu'nun Erörist Kabere, Vyacheslav Akhunov'un 1 m2, Jumana Emil Abboun'un Azizlik ve Aklı Başında-lık adlı eserleri oldu.



İstanbul Bienali sonunda  başlığa konu olan sorunun cevabını bulamıyorsunuz. Tam tersine siz başka sorular sormaya başlıyorsunuz. Bienal'e giden herkesin sorduğu şu soru sizin de aklınıza gelmeden olmuyor: Bu kadar kapitalizm karşıtı iken nasıl oluyor da kapitalizm'in en büyük meyvelerinden biri olan Koç Topluluğu bu Bienal'in sponsoru olarak kabul edilebiliyor? Kendisiyle çelişen bu durum, Bienal'in insanda yarattığı etkinin malesef çabuk kaybolmasına sebep oluyor.



Ziyaret etmenin bakış açımıza ve düşüncelerimize pek çok şey katacağını düşünüyorum. 8 Kasım'a kadar bir gününüzü ayırmanız dileğiyle...

11. Uluslararası İstanbul Bienal'i hakkında daha detaylı bilgi için İKSV'nin sitesini ziyaret edebilirsiniz: http://www.iksv.org/bienal11/

7 Ekim 2009 Çarşamba

Ciğerimin Köşesi



İstanbul'da Beyoğlu'ndaki İstiklal Caddesi'ni bilmeyen yoktur sanırım. Her zaman insanın, kalabalığın, gürültünün, olayların olduğu yerdir İstiklal Caddesi. Peki İstiklal Caddesi'nin ara sokaklarında neler olduğunu kaç kişi bilir? Bunun da sayısının azımsanmayacak kadar çok olduğuna eminim ama yine de gözden kaçıran bir hayli insan olduğunu düşünüyorum.

İşte o ara sokaklardan birinde, Tünel'e doğru inerken Galatasaray Lisesi'ni geçtikten hemen sonra sağdaki sokak olan, Tütüncü Çıkmazı'nda tam karşınıza çıkacak olan Ciğerimin Köşesi de bunlardan bir tanesi.

İlk görüşte hayal kırıklığı yaratsa da üst katta ya da sokak boyunca bir masaya oturduğunuz andan itibaren fikriniz değişmeye başlıyor. Önce nostalji olarak gelen üç adet yağlı kağıdın masanıza serilmesi, ardından garsonun masanıza bıraktığı üç çeşit yeşillik, iki çeşit soğan, ezme,közlenmiş domates-biber, acı biber turşusu bir anda sizi alıp götürüveriyor. İçeride oturmayı tercih ederseniz İstiklal Caddesi'nin havasından fazlasıyla uzaklaşma şansı bulabiliyorsunuz. Bir anda sessizlik hakim oluyor ortama çünkü.

Yenilebilecekler kısıtlı aslında; Ciğer, Et, Tavuk, Yürek ve Uykuluk. Bunları isterseniz şiş olarak isterseniz de dürüm şeklinde yiyebilirsiniz. Servisler 12,-TL, dürümler de 5,-TL. Servis yapılan yeşillik,domates-biber, ezme gibi şeyler fiyata dahil. Yani masanız epey bir zengin görünüyor gözünüze. Mekanda alkol yok bu arada.



Biz tercihimizi ciğer, et ve tavuk şişten yana kullandık. Bir porsiyonda 10 tane şiş var ama bunlar iki grupta geliyor. Böylece sıcak bir şekilde yeme şansınız bulunuyor. Ciğer, kuzu ciğerinden, etler ise dana etinden yapılıyor. Lezzeti oldukça güzel, fazlasıyla doyurucu ve fiyat anlamında da uygun bir yer. Garsonlar ise fazla güleryüzlü. Pek alışık değiliz ya ondan fazla gelmiş olsa gerek bu güleryüz. Yemek sonrası masamıza gelen "happydent" naneli sakız da yemeğin güzel bir sürprizi oldu bizim için. Mekanda kredi kartının dışında Passcard, Sodexho ve Multinet yemek kartları da geçiyor. Bu da kullananlar için olumlu bir durum olarak düşünülebilir.

Hani alternatif yerler istiyorum, bir kere denemekten ne çıkar diye düşünenler ve ciğer severler için tavsiye edebileceğim bir yer Ciğerimin Köşesi.

Gidenlere şimdiden afiyet olsun...

6 Ekim 2009 Salı

Dahiler ve Aşkları - Özcan Erdoğan



Bir tesadüf eseri gördüm bu kitabı. Önsözünü okuduğumda da hemen almaya karar verdim.Bulmak zor oldu ama sonunda arkadaşım sayesinde edindim bir tane.

Dahiler ve Aşkları; edebiyat, sanat, bilim ve düşün tarihinin önde gelen dahilerinin yaşadığı aşkları, bu aşkların eserlerine ve kendilerine olan etkilerini anlatan bir biyografi kitabı. Kitapta 48 tane dahiden bahsediliyor. Her bir dahiyi farklı kişiler anlatmış, kitabı hazırlayan ise Özcan ERDOĞAN. Birinci baskı, Mayıs 2008'de İkaros Yayınları'ndan yapılmış.

Kitabın adı Dahiler ve Aşkları ama buradaki "dahiler" tabiki tartışılabilir. Seçilen kişilere bakılırsa tarihte pek çok alanda etkisi bulunan, belli bir yetkinliğe ulaşmış kişilere yer verilmiş. Aslına bakarsanız çok fazla şaşırtmıyor bu kişiler insanı. Belki liste daha da uzun olabilirdi sadece.

Kitapta yer alan dahiler: Louis ARAGON, Ludwin Van BEETHOVEN, YAhya Kemal BEYATLI, Bertolt BRECHT, Charles BUKOWSKİ, Charlie CHAPLİN, Frederic François CHOPİN, Madame CURİE, Salvador DALİ, Dante ALİGHİERİ, Fyodor Mihailoviç DOSTOYEVSKİ, Albert EİNSTEİN, Furuğ FERRUHZAD, Sigmund FREUD, Che GUEVARA, Johann Wolfgang Von GOETHE, Vincent Van GOGH, Nazım HİKMET, Victor HUGO, Franz KAFKA, Frida KAHLO, Rosa LÜKSEMBURG, Karl MARX, Arthur MİLLER & Marilyn MONROE, Wolfgang Amadeus MOZART, Friedrich Wilhelm NİETZSCHE, Pablo PİCASSO, Sylvia PLATH, Edgar Allan POE, Elvis PRESLEY, Aleksandr Sergeyeviç PUŞKİN, Rainer Maria RİLKE, Arthur RİMBAUD & Paul VERLAİNE, Auguste RODİN & Camille CLAUDEL, Mevlana Celalaeddin-i RUMİ, SAPPHO, Jean Paul SARTRE & Simone De BEAUVOİR, William SHAKESPEARE, Oscar WİLDE, Virginia WOOLF, Leonardo Da VİNCİ, Sergei YESENİN & Isadora DUNCAN.

Kitabın en güzel tarafı tek tek biyografi şeklinde olduğu için bir sürekliliği yok. Hani okumaya ara verseniz bile önceki sayfaları hatırlamak gibi bir sıkıntınız yok. Benim hala başucumda duruyor ve okumadığım bir kaç dahinin aşkı mevcut. Zaten hepsinin yaşadıkları aşkların ilginizi çekmesi mümkün değil. Ama onların farklı bir yönünü hatta iç dünyalarını bir nebze de olsa görebilmek çok güzel. Bazı hikayeler şaşırtmıyor insanı, böyle birinden de ancak böyle bir aşk yaşaması beklenirdi diyorsunuz, bazısı çok şaşırtıyor, bazısına üzülmeden edemiyorsunuz, bazısı için de haketmiş, oh olsun demekten alamıyorsunuz kendinizi.

Beni en çok şaşırtan hikayelerden biri Yahya Kemal Beyatlı'nın Nazım Hikmet'in annesinin sevdiği adam olmasıydı. Ve Nazım Hikmet'in bu aşka karşı çıkması. Sonra başka bir kaç detay daha. En çok sıkan , Dostoyevski oldu. Hareketsiz, duygudan yoksun ve soğuk geldi bana. Baudelaıre'in yaşadıkları çok tanıdıktı daldan dala atlayan haliyle. Chopin'in aşk acısının bestelerine etkisini hikayesini okuduktan sonra daha rahat anlıyor insan. Marie Curie'nin çabaları, eşine verdiği büyük destek ve bilime olan düşkünlüğünün çocuklarıyla ilişkisinin kopmasına sebep oluşu, okumaya değer bölümler. Nietzsche'nin felsefesini ve şiirlerini kendi hayatından çıkardığını, reddedilmenin eserlerindeki etkisini anlayabiliyor insan. Mevlana ile aşkın başka bir türünü tanıyoruz. Diğer hikayelerin yanında onunki çok farklı kalıyor tabiki.

Yaşadıkları ya da yaşadıklarını sandıkları aşkların, acıların Picasso, Leonardo Da Vinci ve Van Gogh'un tuallerindeki izlerini bu kitabı okuduktan sonra daha iyi görebiliyoruz sanki. Ya da gördüğümüzü sanıyoruz. Nihayetinde bir şeyleri daha farklı algılıyoruz.
Dahi de olsalar onların da bir hikayesinin olduğunu bilmek aramızdaki mesafeyi azaltmaya yetiyor. Sonuçta onlar da bizim gibi, sadece bir tane kalpleri var...

48 dahi, 48 ayrı hikaye... Ama sonuçta Louis Aragon'un dediği gibi " Mutlu aşk yoktur" denebilecek trajik hikayeler hepsi. Yaşayanların gönüllerine, anlatanların dillerine, bu kitabı hazırlayanların ellerine sağlık...

Bize düşen sadece alıp okumak ise ben üzerime düşeni yaptım diyebilirim rahatlıkla. Olur da karşılaşırsanız bir gün sizin de üzerinize düşeni yapmanız dileğiyle...


5 Ekim 2009 Pazartesi

Carnivale

Bu diziyi eşimle beraber izlemek için televizyonumuzun karşısına koyulduğumuzda, seyretmekten vazgeçtiğim için bu kadar pişman olacağımı hiç düşünmemiştim. Gönül isterdi ki eşimin yazdığı aşağıdaki yazıyı ben kaleme alabilseydim. Ben çok şey kaçırdığımı düşünüyorum. İzlemeyenler veya benim gibi son anda vazgeçenler , bu yazıdan sonra belki fikirlerini değiştirirler.

“Başlangıçtan önce Tanrı, cennet ve cehennem arasındaki büyük savaşın nihayetinde dünyayı yarattı. Onun hükmünü ise insan denilen yetenekli, hilekar maymunlara verdi. Her kuşağa bir ışık yaratığı ve bir tane de karanlık yaratığı düştü. İyi ve kötü arasındaki bu muazzam savaşta, ordular geceler boyu çarpıştı. O zamanlar sihir vardı, asalet ve inanılmaz derecede bir zulüm. Ve işte böyle sürdü. Ve insan mucizeyi, akıl ile takas eyledi.”

Carnivale isimli, 2003-2005 yılları arasında Amerikan HBO televizyonu'nda oynamış, 2 sezon ve toplam 24 bölümden oluşan dizi, ilk bölümünde yukarıdaki sözlerle başlıyor. Ülkemizde ise, 2006 yılında CNBC-E televizyonunda oynamıştı. Her biri 55 dakika süren, toplam 24 bölümü nihayet izleme fırsatı bulabildim. Bugüne kadar izlediğim diziler arasındaki en yaratıcı, iyi kötü savaşını en orjinal biçimde anlatan dizilerden birisi oldu. Her bir bölümde o kadar çok ayrıntı, mitolojiye yönelik o kadar çok mesaj vardı ki her bölümü bir kaç kez izleyip sonrasında internetteki Carnivale forumlarından ve Wikipedia’dan bölüm analizlerini okuyup konuyu iyice sindirmek gerekiyor. Hatta ilk sezonun bitiminden sonra birinci bölümün ilk sahnesindeki Ben Hawkins’in rüyasında gördüğü savaş sahnesini tekrar izlerseniz ilk sezonla ilgili pek çok taşı yerine oturtabilirsiniz. Dizinin yaratıcısı Daniel Crauf’un zekasına da hayran kalmamak mümkün değil. Biraz araştırma yaparsanız göreceksiniz ki dizi çoktan kült mertebesine erişmiş.

Carnivale, Hristiyan inançlarına göre her çağda dünyaya gelen “Creature of Light” ile “Creature of Dark” arasındaki İyi ile Kötü'nün savaşını, 1930 lu yıllardaki Büyük Buhran zamanında, içinde yapışık ikizler, tarot okuyucuları, telepatik güçleri olan, geleceği okuyabilen Freak’ler( Ucube ) barındıran bir karnavalın şehir şehir gezmesi üzerinden anlatıyor. Dizide 2 ana karakter var: Birisi, ilk bölümde babası tarafından terkedilmiş, annesinin ölümü ile birlikte karnavalla yolu kesişip onlarla birlikte seyahat etmeye başlayan, daha sonra sahip olduğu iyileştirme ve hayatı bir bedenden alıp başka bir bedene verebilme gücünden kaçamayacağını anlayıp kadere boyun eğen, kötü ile savaşa giren “Creature of Light” Ben Hawkins diğeri ise, ablası İris ile birlikte terkedilmiş olarak Rahip Norman tarafından bulunup din adamı olarak yetiştirilen, başlarda kendindeki güçlerin Tanrı’nın bir lütfu olduğunu, Tanrı’nın kendisi ile konuştuğunu düşünen fakat daha sonra bu yeteneği sayesinde insanlara yaptıkları günahları tattırıp, onları yoldan çıkartıp, yaptığı radyo programının ve üstün hatip yeteneğinin de sayesinde her gün büyüyen cemaati ile “Creature of Dark” Peder Justin Crowe.

Dizideki diğer karakterler ise, Karnaval’da Ben Hawkins ile birlikte olan karnavalın yöneticisi, karnaval çalışanlarının asla yüzünü görmedikleri “Management”, Karnaval’da “Management” in kurallarını işleten, dürüst ve adaletli bir lider olan cüce “Samson”, basit bir ayı eğitmeni iken Ben Hawkins’in babası ile tanışıp onun güçlerinden bir kısmını kendine alan ama bunun karşılığında kör olup karnavala katılan, telekinetik güçlere sahip olan “Lodz”, Katotonik annesi Appollonia’nın tecavüze uğraması ile doğan, annesi ile telepatik bağları olan, ikinci sezonda hakkında bir çok şey öğrendiğimiz (babasının aslında kim olduğu, Omega olması gibi ) tarot falcısı Sophie, Samson un sağ kolu Clayton Jones (Jonesy), Peder Justin in ablası İris , Peder Justin ile İris’i çocukken bulup yetiştiren Peder Norman ve diğer karnaval sakinleridir.


24 bölüm boyunca, iyi ve kötüyü temsil eden iki karakterin adım adım son büyük savaş için birbirlerine nasıl yaklaştıklarını izliyoruz. Carnivale, tüm bu karakterlerin hayatlarını, geçmişte birbirleriyle olan ilişkilerini mükemmel ayrıntılarla anlatıyor. Bu mükemmellikte muhteşem oyunculukların ve yönetmenin de başarısı çok fazla tabi. Oyuncular karnaval hayatını o kadar doğal oynuyorlar ki sanki karnaval sizin bulunduğunuz şehre uğramış, sizde karnavalın içindeymişsiniz gibi hissediyorsunuz.

Diziyi izlemeyenlerin diziden alacağı hazzı engellememek için çok fazla ayrıntı veremiyorum ama dizide anlatılan ve dizinin özünü oluşturan “Avatar” ve “Omega” olgusu ile ilgili kısa bir bilgi vermek gerekir sanırım. Açılıştaki sözlere bakarsak olayın özünün bu sözlerde gizli olduğunu görebilirsiniz aslında: Her çağda dünyaya gelen bir iyi bir de kötü var ve bunların bir tane de varisi var. İyi olan tarafın, iyileştirme ve hayatı bir kişiden alıp başka bir kişiye verebilme yeteneği bulunurken, Karanlık tarafın ise, insanların zihinlerini yönetme ve onların günahlarını görebilme yetenekleri mevcut. Aslında her iki tarafta aynı güçten besleniyor fakat güçlerini farklı şekilde kullanıyor. Bir taraf diğer tarafı yenebilirse onun tüm bilgisini ve gücünü kendi tarafına almış oluyor. Fakat dünyanın yaradılışından beri bunu tam anlamı ile yapabilmiş bir Avatar yok. Avatar soyu, ilk ve tek kadın avatar olan Alpha ile başlamış. Alpha, her iki tarafın da güçlerine sahipmiş. Kendisinden sonra tüm Avatarlar erkek olarak doğmuş. Omega ise, bu soyun en son temsilcisi ve yine kadın. Omega da her iki tarafın güçlerine sahipmiş. Son Omega’nın annesi, doğumdan sonra doğurduğu çocuğun güçleri yüzünden aklını kaçırmış. Omega ile birlikte ortaya çıkan Haberci ( Usher ) de karanlık bir yaratığın, yıkımın ve sonun geldiğinin habercisiymiş. Carnivale’de, yan hikayeleriyle birlikte işte bu son 5 Avatar (Lucious Belyakov, Ben Hawkins, Henry Scudder, Lodz, Justin Crowe) ile Omega (Sophie) nın hikayesini anlatıyor.

Şunu da belirtmek gerekiyor, yapımcısı tarafından 3 ana hikaye ile 6 sezon olarak planlanan Carnivale, 2. sezondan sonra yüksek maliyeti sebebi ile maalesef HBO televizyonu tarafından “dizi kendi hikayesini anlattı ve bitti” bahanesi ile sona erdirilmiştir. 24. ve son bölümün son 10 dakikasından da anlaşılacağı üzere daha ortaya çıkmamış pek çok soru ile sona ermiştir. Keşke o son 10 dakika hiç olmasaydı demeden alamıyor insan kendini. Hiç değilse diğer hikayeler bir yana, iyi - kötü savaşının sonunu bir şekilde görmüş olacaktık. Dizinin fanları internette bir çok ortamda, üzerinden geçen bu kadar zamana rağmen kalan sezonların en azından çizgi roman veya dvd şeklinde yayınlanması için baskı yapmaya devam ediyorlar. Yapımcı ve senaristlerin “Dizi devam etseydi neler olacaktı?” sorusuna verdikleri yanıtları okuyup, dizinin geleceğini kafanızda tasarlayabilirsiniz. Bu arada dizinin yetişkinlere yönelik olduğunu da belirteyim.

Carnivale, başlangıç jeneriği ile de sizi içine almaya yetiyor. İzlediğim en güzel dizi jeneriklerinden biri. Dikkatli izlerseniz dizi ile ilgili ayrıntılı bilgileri ve jenerikteki tarot kartları üzerinden yapılan sembolik göndermeleri yakalayabilirsiniz. Jenerik’in ödüllü olduğunun da altını çizeyim. Bölümlerde kullanılan müzikler de gerçekten çok güzel. Özellikle 1. sezon 4. bölümün sonunda çalan parçayı dikkatle dinleyin. (Le Mystere Des Voix Bulgares: Mir Stank Le)


Son olarak, Carnivale’yi izlerken tarot falına merak salma olasılığınız oldukça yüksek. Bu merakınızı CNBC-E dergisinin 2009/Ekim ayı sayısında verdiği Tarot destesi ile giderebilirsiniz.


Karnavalın sizin şehrinizden de geçmesi ve bu cümbüşe katılmanız dileğiyle…

Zafer KAYA