30 Mayıs 2010 Pazar

Grease Müzikali


Broadway tarihinin en sevilen ve en çok sahnelenen müzikali GREASE; Astoria Alışveriş Merkezi'nin 2.yıl etkinlikleri kapsamında nihayet Türkiye’ye geldi. Biz de eşimle bir fırsatını bulduk ve cuma akşamı müzikali izleyebildik.

Müzikal ilk kez 14 Şubat 1972 yılında NewYork'ta sahnelenmiş. 1978 yılında da başrollerini John TRAVOLTA ve Olivia NEWTON-JOHN'un paylaştığı sinema filmine uyarlanmış. Müzikal adını 1950'li yıllarda Amerikan gençlik kültürüne verilen " GREASERS " isminden almış. Yıllardır süren müzikal başarısı 2007 yılında Londra'da tekrar sahnelenmeye başlaması ile perçinlenmiş oldu. 2003 yılında dünyada şimdiye kadar sergilenmiş en iyi müzikal seçilen Grease Müzikali'ni 7 Haziran'a kadar Turkcell Kuruçeşme Arena'da seyretme fırsatınız bulunuyor.

Yıllardır izlediğimiz ve bildiğimiz bir müzikal olduğu için içeriğiyle ilgili farklı bir şey görmeniz mümkün değil. Ama oyuncuların başarısı ve tabiki Grease'in kendine has enerjisi sayesinde eğlenmemeniz de mümkün değil. Dekor bir tane olmasına rağmen oldukça güzel kullanılmış. O meşhur Grease arabasını sahnede görmek de heyecan verici. Ama müzikalin en güzel ve özel tarafı çalınan müziklerin Cd'den değil gerçek orkestra tarafından çalınması oldu. Üstüne oyuncuların gerçekten güzel sesleri eklenince oldukça eğlenceli saatler geçirebilirsiniz.

Müzikalin biletlerini Biletix'ten alabilirsiniz. Bilet fiyatları biraz yüksek olmasına rağmen müzikali izleyenlerin sayısı oldukça fazla. Özellikle 1. Kategori diye satılan ön taraflardaki plastik sandalyelerin kötülüğüne rağmen izlenesi bir müzikal. Mekana Kadıköy, Üsküdar, Kabataş ve Beşiktaş'tan motorlar ile gelebilirsiniz. Ayrıntılı bilgilere buradan ulaşabilirsiniz.

Güzel ve anlamlı olan bu nostaljiyi yaşamanız dileğiyle...

25 Mayıs 2010 Salı

Lost


Sene 2006. Eşim bana bu diziden bahsetti ve seyretmem için ilk 2 sezonun cd'lerini verdi. Dizi 2004 yılında başlamıştı ve dünyada milyonlarca izleyicisi bulunuyordu. İlk 2 sezonu gece gündüz demeden bir çırpıda seyrettim. Sonra başladık dizinin yeni bölümlerini beklemeye.

Bazen sıkılmadım değil diziden açıkçası. Hatta eşime kızdığım bile oluyordu bitmemiş bir diziyi seyretmeye başlattığı için beni. Üstelik dizi de giderek daha karmaşık ve sorularla dolu bir hal alıyordu. Öyle ya da böyle milyonlarca insan, 6 sene boyunca Lost'un peşini bırakmadı.  Sabırla ve büyük bir heyecanla dizinin final bölümünü bekledi. Açıkçası final bölümüne kadar hala kafamızda o kadar çok soru vardı ki. Kimbilir belki hala çoğu insanın beynini pek çok soru kemiriyordur.

Ve final gecesi... Merakla ve heyecanla bir solukta izledik. İlk hissettiğim şey büyük bir hayal kırıklığı oldu. Bazı şeylere anlam veremedim, bazı sahneleri gereksiz buldum ve sonunda " Bu mu yani ? " sorusunu sordum. Benim için 4 senelik bir serüvendi ve bu kadar uzun bir zamanın boşa geçtiğini düşündüm. Havada kalan o kadar çok şey vardı ki kendimce. Sorulabilecek onlarca soru, verilebilecek pek çok cevap ve bu cevaplar karşısında sorulacak başka sorular... Lost, benim için böyle bir diziydi. Sanki hiç bitmeyecek, bitse de bir şekilde bizimle birlikte devam edecek bir dizi.

Dizinin konusundan ziyade dizideki karakterler ön plandaydı benim için. Hepsi haklı ama hepsi haksızdı da. Hepsi iyi ama hepsi kötüydü de. Sonunda er ya da geç hepsi öldü. Ama bir şekilde gerçekten iyi olanlar, doğru olanlar biraraya gelmeyi başardı. Final bölümünün üzerinden çok değil sadece bir gün geçmesine rağmen dizinin sonuyla ilgili hayal kırıklığım azaldı açıkçası. Biraz okudukça ve tartıştıkça aslında kendine yakışır bir sonu olduğunu düşünmeye başladım. Almak istediğimiz cevapların detaylarda olduğunu ve bunun oldukça başarılı bir şekilde bizlere sunulduğunu fark ediyorum. Aslında önemli olan şey, Lost'un finali değil 6 sene boyunca bize anlattıkları ya da anlatmaya çalıştıklarıydı. Bir de bu gözle bakarsak diziye hayal kırıklıkları çok uzaklarda kalacaktır bizim için.

Bir serüvendi, bir hikayeydi, bir yaşanmışlıktı Lost ve sonunda o da bitti. Hiç seyretmemiş olanlar seyretsin mi diye soruyorum kendime ama bir cevap bulamıyorum ben de.

See you another life bro...

23 Mayıs 2010 Pazar

Mary and Max


Çok uzun bir zaman önceydi. Süper Lise'de hazırlık sınıfındaydım. Bütün bir sene İngilizce görecektik. Hem İngilizcemizi pekiştirmek hem de farklı ülkelerden arkadaş edinmek amacıyla hepimizin bir - iki tane " Penfriend " i vardı. Benim arkadaşlarımdan biri İtalya'da diğeri ise Jamaika'da idi. Uzun süre mektuplaştık ama sonra bu mektupların sonu geldi.

" Mary and Max " animasyon filmi de böyle bir mektup arkadaşlığını anlatıyor. Avustralya'da yaşayan 8 yaşındaki Mary ve New York'ta yaşayan orta yaşlı bir adam Max uzun yıllar birbirilerine mektup yazarlar. Mary, alkolik bir anneye ve içine kapanık - depresif bir babaya sahip, kendine güvenmeyen, kendini sevmeyen, ürkek ve yalnız bir çocuktur. Max ise obez, çikolatalı sandwich'e bayılan, Asperger sendromlu ve yalnız yaşayan bir adamdır. Bu ikilinin tesadüfen başlayan mektup arkadaşlığından doğan hikaye bize çok farklı duyguları birarada yaşatıyor.

Bu arkadaşlığın içinde pek çok şeyi görüyoruz aslında. Toplumumuzla, insanlığımızla, yalnızlığımızla, korkularımızla, sahip olduklarımız ve olamadıklarımızla, gerçek ve sahte duygularımızla, kendi gerçeklerimiz ve yalanlarımızla bir şekilde yüzleştiriyor film bizi. Güven duymak, arkadaşlık kurmak, paylaşmak, ağlamak, birlikte olmak, toplumumuza ve yaşadığımız çevreye saygı duymak, bir insanı kazanmak ya da kaybetmek gibi pek çok konuya değiniyor Mary and Max. Sevimli ama mutsuz karakterlerimiz bizi hem güldürüyor hem de hüzünlendiriyor. Filmde aktarılan detaylara takılmamak mümkün değil. Biri kahverengi diğeri ise gri renkteki iki hayat toplumumuzda böyle yaşayan bir çok insanın varlığını hatırlatıyor bizlere.

Filmin bizlere verdiği mesajları da unutmamak gerek. Özellikle de insanın önce kendini sevmesi gerektiği mesajını. Bir de birisine kızdığımızda ve onu hayatımızdan çıkartmaya karar verdiğimizde Max'in söylediği şu cümleyi hatırlamakta fayda var bence : " Seni affediyorum, çünkü mükemmel değilsin. " Düşününce, ne kadar haklı olduğunu kabul etmek gerekiyor. Sonuçta hiçbirimiz kusursuz değiliz.

2009 yapımı filmin yönetmeni Adam ELLİOT. Ülkemizde !f İstanbul 2010 kapsamında gösterilen film hala vizyona girmedi ve gireceğini de sanmıyorum. Film bir nevi gerçek hikaye sayılır aslında. Adam Elliot, kendi mektup arkadaşlığından yola çıkarak yapmış bu animasyonu. Bu animasyon filminin diğer animasyonlardan en büyük farkı çekim tekniği. Film, tamamen     " Stop Motion " tekniği ile çekilmiş. Hepsi birer hamurdan ibaret. Bir çok festivalden de ödülle dönmeyi başarmış Mary and Max.

Samimi ve gerçek bir arkadaşlığın sevimli ve gerçekçi bir şekilde bizlere anlatıldığı bu filmi muhakkak izlemenizi tavsiye ediyorum. Belki de bu filmi izledikten sonra uzakta yaşayan bir arkadaşınıza uzun bir zaman sonra mektup yazmak isteyebilirsiniz. Bazı eski alışkanlıklarımızı tekrar kazanmak güzel olabilir.

Dostlarımızı her zaman hatırlamamız dileğiyle...

18 Mayıs 2010 Salı

Mudurnu - Göynük Gezisi

" Her Yer Atölye " diyerek çıktığımız keşiflerden biri oldu Mudurnu - Göynük gezisi. Hakkında neredeyse hiç bir bilgimin olmadığı ve malesef benim için sadece tavuklarıyla meşhur bir yerdi Mudurnu. Beni bu kadar şaşırtacağını ve etkileyeceğini düşünmemiştim açıkçası.

Yolculuğumuz sabah erken saatlerde başladı. İlk durağımız Bolu'ya bağlı Mudurnu oldu. Gidiş güzergahımız Abant üzerinden olduğu için biraz uzun bir yolculuk geçirdik. Havanın bu kadar sıcak olması da biraz enejimizi düşürmedi değil hani. Abant'a giriş ücretli ama Mudurnu'ya geçiş yapacağınızı söylediğinizde herhangi bir ücret ödemeniz gerekmiyor. Öğlen saatlerinde Mudurnu'ya ulaştık. Ve hemen dağılarak  Mudurnu'yu hem keşfetmeye hem de fotoğraflamaya koyulduk. ilk olarak karşımıza çıkan yapı Belediye Binası ve Eski Adliye Binası oldu. Eski Adliye Binası'nın 1TL'na gezebiliyorsunuz. Çok değil henüz 20 - 25 gün önce insanların gezmesi için açılmış. Mudurnu'nun tarihi Selçuklu dönemine kadar gidiyor. Uzun bir vadi içerisinde konumlanmış olan Mudurnu'da geçmişin izlerini görebilmeniz mümkün. Bir nevi açıkhava müzesi de diyebiliriz Mudurnu için.


İlçede pek çok tarihi konak, ev, cami, türbe,yayla, kaplıca ve göl bulunuyor. Özellikle ahşap evleri oldukça görkemli. Bu evlerin arasında inşa edilmiş olan beton binalar görüntüyü bozsa da, bu manzaradan etkilenmemek mümkün değil. Mudurnu'nun tamamını çok net bir şekilde görmek için Saat Kulesi'ne çıkmanız gerekiyor. Sokak aralarından yürüyerek rahatlıkla çıkabileceğiniz bir yerde saat kulesi. 1890 - 1891 senesinden ahşap olarak inşa edilmiş ancak yangın sebebiyle yıkılan kule, 1905 yılında Mudurnu Kalesi'nden mahkumlar tarafından getirilen taşlarla yeniden inşa edilmiş. Pek estetik bir görünümü olmamasına ve saatin doğru çalışmamasına rağmen ilçeye değişik bir hava kattığı kesin. İlçedeki en önemli tarihi camilerin başında Yıldırım Beyazıd Camii geliyor. 1374 yılında inşa edilen cami ile 1382 yılında inşa edilen Yıldırım Beyazıd Hamamı hala ayakta duruyor. İlçedeki diğer tarihi ve görülmeye değer camiler ise Havlu Camii, Sinanpaşa Camii ve Kanuni Sultan Süleyman Camii.

İlçede pek çok tarihi konak da bulunuyor. Bu konakların başında Haytalar Konağı geliyor. Gerçekten oldukça eski ve harabe bir görünüme sahip. Acilen restorasyona ihtiyacı var. Konağın yan tarafında oturan teyze özellikle orta kattaki mimariyi görmek gerektiğini söylemiş olsa da kapısı kilitli olduğu için konağı sadece dışarıdan görme şansına sahip olduk. Aynı şekilde görebileceğiniz tarihi konaklar arasında Armutçular Konağı, Hüsnü Çavuşlar Konağı, Hacı Abdullahlar Konağı ve Keyvanlar Konağı bulunuyor. Bu konaklardan Keyvanlar Konağı, tadilat geçirmiş ve bir nevi butik otel haline dönüştürülmüş. Bu esnada konağın tarihi dokusunun çok değiştiğini düşünmüyorum. İçerisine girince o eski ve tarihi kokuyu hissedebiliyorsunuz. Odalar gerçekten de çok doğal, sade ve rahat bir şekilde düzenlenmiş. Bu arada küçük bir bilgi; Otelde hafta içi oda kahvaltı konaklama 50TL, hafta sonu ise bu rakam 60TL oluyor.

Mudurnu'da geçmişine, gelenek ve görneklerine  her anlamda bir bağlılık hala var. Buna en güzel örnek Ahilik geleneğinin burada hala yaşatılıyor olması. Bir nevi bugünkü esnaf odalarına benzer bir işlevi olan Ahilik geleneği nedeniyle cuma günleri seladan sonra tüm esnaf çarşıda toplanıp Esnaf Duası yapıyormuş ve her sene ilçenin Ahisi seçiliyormuş. Biz şanslıydık ki 2009 yılının Ahisi seçilmiş olan Nalbant ustası Mehmet Şenkaya ile tanışma fırsatı bulduk. İlçede çok fazla başka memleketten gelen insan yok. Sadece devlet memurları ve askerler buralı değil. Dolayısıyla herkes birbirini çok iyi tanıyor.


Mudurnu'nun tavuklarından daha meşhur o kadar çok şeyi var ki. Mesela iğneleri, el sanatları, helvası ve özellikle ceviz'i. Öyle ki Evliya Çelebi'nin Mudurnu için " Ceviz Cenneti " dediği rivayet edilmekte. İlçe merkezinde gezerken yöreye özgü çok şey görebilir ve satın alabilirsiniz. Burada dikkat çeken tek şey, tezgahların başında hep bayanların bulunması. Çeşit çeşit fasulyeler, tarhana ve cevizler en çok görebileceğiniz ürünlerin başında geliyor.

Artık yemek yeme zamanı. Daha önceden anlaştığımız gibi Tarihi Mudurnu Meram Lokantası'nda yemeğimizi yedik. Menümüz fazlasıyla geniş ve yediklerimiz de bir o kadar lezzetliydi. Yöreye özgü Tarhana Çorbası ile başladığımız yemek menümüzde yine yöreye özgü Süzme Yoğurt, Köy Makarnası ( Erişte ) , Tavuk ya da Köfte Izgara ve üstüne de hafif ama bir o kadar lezzetli baklava ve un helvası bulunuyordu. Uzun zaman sonra yediğim en güzel yemeklerden biri oldu diyebilirim. Yemek sonrası çok fazla vaktimiz olmadığı için hızlıca son bir şehir turu attık. Mudurnu'dan üzülerek ayrıldım doğrusu, biraz daha vakit geçirmeyi istemedim değil hani.

Şimdi istikamet Çubuk Gölü. Gezi rotamızda aslında Sünnet Gölü de vardı ama zaman problemimiz olduğu için rotamızdan çıkartmak zorunda kaldık. Sünnet Gölü'nün biraz daha kuzeyinde kalan Çubuk Gölü'nün çapı 6 km. Biz yürüyerek etrafında dolaşmayı tercih ettik. Piknik yapanlar, balık tutanlar veya iki arkadaş biraz efkar dağıtmak isteyenler buradaydı. Gölün etrafında konvoy halinde dolaşan gelin arabası dışında ses olduğu söylenemezdi. Gölün bir yamacına bir kaç sene önce dizi çekimi için inşa edilmiş olan değirmenler, gölün havasını çok güzel değiştirmiş. Masalsı bir hava kazandırmış diyebilirim. Ama tabiki dışarıdan böyle görünüyor, içleri tam bir fiyasko. Sadece bir tanesi restore edilmiş ve kullanılıyor.


Çubuk Gölü'nden sonra Göynük yoluna koyulduk.  Akşam üstü gibi Göynük'e geldik. Göynük'ün tarihi de oldukça eski zamanlara dayanıyor. Mudurnu'ya göre çok daha düzenli bir ilçe. İlçe Diyar-ı Akşemseddin olarak anılıyor. Her yıl Mayıs ayının sonunda ilçede Akşemseddin Hazretleri'ni anma günü ve etkinlikleri düzenleniyormuş. İlçede görülecek pek çok tarihi yer bulunuyor. Bunların başında Tarihi Zafer Kulesi, Gazi Süleyman Paşa Camii ve Hamamı,  Akşemseddin Türbesi, Ömer Sıkkın Türbesi, Tarihi Göynük Evleri ve Frig Harabeleri bulunuyor. Sokakları biraz dar ve dik. Ama Zafer Kulesi'ne çıkıp ilçeye kuşbakışı bakmadan oradan ayrılmak olmaz. Mudurnu'ya göre biraz daha bilinen bir ilçe olduğunun farkında insanları. Ve bunu da biraz olsun size belli ediyorlar.


Bizim için çok güzel bir keşif gezisi oldu. Tekrar oralara gitmek ve hatta bir kaç gece konaklamak için çok sebebimiz var. Ve göreceğimiz daha pek çok yerin olduğu da kesin. Anlatacak çok anıları, hikayeleri vardır eminim. Çok fazla keşfedilmemiş ama keşfedilmeyi isteyen ve bekleyen, güzelliklerini paylaşmak için emek veren ama geçmişine ve geleneklerine hala sahip çıkan bir yer Mudurnu. Umarım bunu hiç bir zaman kaybetmezler...

Tekrar gidebilmek dileğiyle...

14 Mayıs 2010 Cuma

Yasemin Göksu - Urumeli Hatırası


" Çıkayım, gidelim Urumeli'ne aman aman
  Arzuhal vereyim yarim, Beylerbeyi'ne aman aman Beylerbeyi'ne
  Kimleri sarayım yar senin yerine aman aman
  Gizli gizli sevdalarımız aşikar oldu, aman aman aşikar oldu
  Bize bu ayrılık yarim Mevla'dan oldu, aman aman Mevla'dan oldu
  Çıkayım gideyim bir uçtan uca aman aman
  Göstereyim sana canım ayrılık nice, aman aman ayrılık nice
  Kurbanlar keseyim sardığım gece aman aman
  Gizli gizli sevdalarımız aşikar oldu, aman aman aşikar oldu
  Bize bu aynlık canım Mevla'dan oldu, aman aman Mevla'dan oldu "

Bir Karadenizli olarak Rumeli türkülerine bayılıyorum. Hem oynatıyor hem ağlatıyor insanı. Hele o müzikleri yok mu alıp götürüyor insanı buralardan. Elveda Rumeli dizisi sayesinde tanıma fırsatı buldum Yasemin Göksu'yu. Daha önce bir kaç tane albümü olmasına rağmen sadece Mart ayında çıkardığı " Urumeli Hatırası " albümüne sahip olabildim.

Albümdeki türkülerin neredeyse tamamı hepimizin bildiği türküler, özellikle bir kaç tanesi Elveda Rumeli dizisinde onun sesinden duyduğumuz türkülerden oluşuyor. Bu nedenle bir nevi başucu albümü olmuş diyebilirim. Baştan sona dinlediğim ender albümlerden biri benim için. Yasemin Göksu'nun hem sesi hem de yorumu tek kelimeyle mükemmel. Bu albümdeki 15 tane türküyü gerçekten çok güzel ve hissederek yorumlamış. Bu türküleri yorumlarken kendisi ağladı mı bilemiyorum ama dinlerken hüzünlenip ağlayabilineceği kanaatindeyim. Ben her seferinde uzun uzun dalıyorum uzaklara.

Aslında söylenebilecek en doğru şey " muhakkak bir tane edinmeniz ve başta sona dinlemeniz " . Albümün tadına doyamayacağınıza eminim. Albümle ilgili detaylı bilgilere buradan ulaşabilirsiniz.

Sizin de bu yolculuğa çıkabilmeniz dileğiyle...

" Amman doktor canım gülüm doktor
  Derdime bir çare
  Çaresiz dertlere düştüm
  Doktor bana bir çare "

11 Mayıs 2010 Salı

The Stoning Of Soraya M. ( Soraya / Süreyya'yı Taşlamak )



Uzun zaman sonra ilk kez film boyunca, ruhum ve zihnim büyük bir sıkıntı ile boğuştu durdu. O filmin içine dahil olmak, bağırıp çağırmak ve bir şeyler yapabilmek için kıvrandım durdum koltukta. Üstelik " nihayetinde bir film " deyip kestirip atamıyordum bu sefer. Filmde gördüklerim, duyduklarım ve film boyunca hissettiklerim tamamen gerçekti.

Soraya'yı Taşlamak, Fransız asıllı İranlı gazeteci Freidoune SAHEBJAM'ın 1994 yılında yayınlanan aynı isimdeki romanından sinemaya uyarlanan 2008 yapımı Farsça bir film. Aslında film de kitap da yaşanmış bir hikayeyi anlatıyor. Fimin sonunu adından tahmin edebiliyoruz. Ama bu sonu görmek aynı derecede şok ediyor insanı ve aynı derecede hüzün veriyor insana. Sanırım filmin en büyük başarısı bu olsa gerek.

Film, İran'da geçiyor. Burada şeriat hükümlerinin geçerli olduğu bir adelet sistemi bulunuyor. Aslında çoğumuzun duyduğu ya da okuduğu şeyleri film bize tek tek gösteriyor. Çok eşlilik, kadının toplumda bir yerinin, değerinin ve söz hakkının olmaması, erkek egemen bir hayat, dört kadının ancak iki erkeğe eşit olması, kız çocuklarının bir kıymetinin ve kişiliğinin olmaması, küçük yaşta evlendirilme ya da takas edilme ve daha pek çok şey. İşte Soraya'nın başına gelenler de bu saydıklarımın hepsini barındıyor. 14 yaşında bir kızla evlenebilmek isteyen ama karısına nafaka vermek istemeyen bir adamın kurduğu hain ve akılalmaz tuzak ile köyün ileri gelenlerinin bu oyuna alet olmaları ve sonunda Soraya'nın taşlanmasına kadar giden bir hikaye. Üstelik tüm yaşananlar ve yaşatılanlar bir şekilde dine ve onun kurallarına bağlanıyor. Ve tüm bunlar İran'da yasak olan kadın sesinin bir şekilde dünyaya duyurulması ile gün yüzüne çıkıyor.

Filmde dini motifler gerçekten de çok kuvvetli bir biçimde kullanılmış. Etkilenmemek mümkün değil. Ama çok objektif bir film olduğunu da düşünmüyorum. Biraz İslam dinine yönelik olumsuz gösterimler bulunuyor. Özellikle İslam dininin Recm Cezası'nı onayladığını düşünmüyorum. Sonuçta dinimizde adam öldürmek büyük günah. Peki Recm Cezası yok mu, var malesef. Ve eminim hala şeriat hükümlerinin geçerli olduğu ülkelerde de rahatlıkla uygulanmakta ama bu duruma hiçbir şey yapılmamakta. Freidoune SAHEBJAM ( filmde Jim Caviezel canladırmış bu karakteri) , bu kitabı yazdığında çok ses getirmiş ama bir şeylere ön ayak olamamış malesef. Bütün dünya bu gibi olayları duyuyor ya da okuyor ama hala aynı yerde.

Bu filmi seyredip de etkilenmemek mümkün değil. Özellikle filmdeki bir kaç sahne en azından yutkunmanıza sebep olacaktır. Filmin sonunda gerçek Soraya ( Süreyya ) Manutçeri'nin 9 yaşında çekilmiş tek fotoğrafını görmek bardağı taşıran son damla oluyor bizler için. 2008 yapımı olmasına rağmen ülkemizde 14 Mayıs'ta gösterime girecek olan " Soraya'yı Taşlamak " filmini tüm kadınların izlemesi ve bir kez daha şükretmesi gerektiğini düşünüyorum.

Bu olayların hayatlarımızın dışında kalması dileğiyle...

9 Mayıs 2010 Pazar

Nuruosmaniye - Kapalıçarşı Gezisi

İstanbul ... Yedi tepeli koca şehir ... Her seferinde farklı bir yanını ve gizemini keşfettiğim şehir. " Her Yer Atölye " ile başladığım bu yedi tepe serüvenine Nuruosmaniye - Kapalıçarşı ile devam ediyorum. Yine şaşırıyor, yine hüzünleniyor ve yine gülümsüyorum.


Beyazıd Meydanı'nda başlayan gezimiz Binbirdirek Sarnıcı Müzesi'nde sona erdi. Uzun bir aradan sonra tekrar bir İstanbul keşfine çıkacak olmak beni çok heyecanlanmıştı açıkçası. Özellikle Kapalıçarşı'da o kadar kısa zamanda gördüklerim beni çok etkiledi. İlk durağımızdı Kapalıçarşı. Elimizde haritalarımız dağıldık dört bir tarafa. Nuruosmaniye , Mercan ve Beyazıt arasında yer alan Kapalıçarşı,  64 cadde ve sokağı , iki bedesteni , 16 hanı , 22 kapısı ve yaklaşık 3600 dükkanı ile dünyanın en eski ve en büyük alışveriş merkezi sayılır. Kapalıçarşı'nın çekirdeğini iki bedesten yani İç Bedesten ve Sandal Bedesteni oluşturuyor. Kapalıçarşı’nın cadde ve sokakları o zaman aynı işi yapan insanların toplandığı yerler olduğu için Kalpakçılar , Kuyumcular , Kürkçüler, Yorgancılar, Aynacılar , Fesçiler , Yağlıkçılar gibi iş kollarına göre isim almış. Çarşı yıllar boyu pek çok yangın ve depreme maruz kalmış. 1894 yılındaki depremden sonra yapılan tadilat ile de bugünkü halini almış. 


Kapalıçarşı'dan içeri girer girmez onu havası ve büyüsü insanı içine çekiyor. O kapıların dışında olan biteni unutuveriyorsun birden. Çarşı içerisindeki Lütfullah Efendi Sokağı, bizin en uzun durağımız oldu. Burada gördüğümüz gramofon ve taş plak dükkanı, içerisindeki sessiz ve efkarlı amca ile çalan müzik bizi alıp götürdü başka yerlere. Soru sormamak kaydıyla çektiğimiz fotoğraflar ve kulağımızda o müziğin tınısı kaldı sadece bizlere. Biraz sonra tanıştığımız Coşar Amca'nın bize yaptığı kıyak ile Kapalıçarşı'ya ve İstanbul'a tepeden bakma fırsatı bulduk. Ve tam karşımızda tadilat geçiren Nuruosmaniye Camii.


Nuruosmaniye Camii'nin yapımına 1748 yılında Birinci Mahmut zamanında başlanmış ama 1755'te Üçüncü Osman zamanında bitirilebilmiş. Bu cami, Çemberlitaş, Kapalıçarşı ve Cağaloğlu arasında kalıyor. En önemli özelliği, barok üslupla yapılmış olması. Ayrıca caminin medrese, kütüphâne, imâret, sebil, türbe ve çeşmeyle civârındaki dükkânlar ve hanlardan meydana gelen bir külliye şeklinde olduğunu da belirtmeliyim. Nuruosmaniye Camii'nden sonra istikamet Vezir Han. Burası taç kapılı bir girişe sahip, iki avlulu ve iki katlı bir han.


Artık yemek zamanıdır dedik ve Han'ın arka tarafında bulunan Onur Et Lokantası'na gittik. Tercihim ızgara köfteden yana oldu ve sonuç lezizdi. Yemekten sonra ilk durak, Atik Ali Paşa Camii ya da diğer adıyla Sedefçiler Camii oldu. 1496 yılında yapılan cami Çemberlitaş tramvay durağının hemen arkasında. Buradan Sultanahmet'e doğru ilerlerken görebileceğiniz yerler arasında Çemberlitaş Sütunu  ve Tarihi Çemberlitaş Hamamı bulunuyor. Bu sütun M.S. 330 yıllarında yıllarında İmparator I. Konstantin onuruna, İstanbul'un yedi tepesinden biri olan ve şu anki adıyla Çemberlitaş olarak adlandırılan semteki tepeye dikilmiş olan bir sütun. Buradan da Çemberlitaş Hamamı'nın karşısında bulunan Köprülü Mehmet Paşa Medresesi'ne geçtik. 1667'de Köprülü Fazıl Ahmet Paşa tarafından kurulmuş olan medrese, İstanbul'da kütüphane olarak tasarlanan ilk yapı olma özelliğine sahip.

Gezimizin sonları geliyor artık. Sultan İkinci Mahmut Türbesi'ni bu gezi sayesinde öğrenmiş ve görmüş oldum. Oldukça büyük bir avluya sahip olan türbe 1840 yılında tamamlanmış. Türbenin avlusunda Muallim Naci, Sait Halim Paşa, Ziya Gökalp gibi bildiğimiz ya da duyduğumuz kişiler gömülü. Türbenin içerisinde ise 11 adet sanduka bulunuyor. Büyüyen ve metropol haline dönüşen şehrimiz bu tür türbeleri hızla içine alıyor ve malesef önemini yitirmesine sebep oluyor. Avlu içerisinde bulunan mekandan çay, kahve veya nargile içebilmeniz mümkün. Açıkçası Divanyolu Caddesi üzerindeki pek çok medrese bu durumla karşılaşmanız mümkün.

Basın müzesi ve Binbirdirek Sarnıcı gezimizin son durakları oldu. 1865 yılında inşa edilen ve 1988 yılında müzeye dönüştürülen Basın Müzesi, Türkiye'nin ilk, dünyanın dördüncü basın müzesi konumunda. İçeride oda oda basın yayınla ilgili  pek çok tarihi obje bulunuyor. Müze dört katlı ve giriş ücretsiz. Ve artık yolun sonu: Sultanahmet'te bulunan Adliye Sarayı'nın üst tarafında, küçük bir meydanın altında bulunuyor 1001 Direk Sarnıcı. Yerebatan Sarnıcı'ndan sonra İstanbul'un ikinci büyük su haznesi konumunda bulunan sarnıcın işletmesi özel bir kuruma ait. Sarnıcın içerisinde özel davetler, tanıtımlar ve sergiler yapılabiliyor. Sarnıca giriş bedeli 5,-TL. İçerisinde Yerebatan Sarnıcı'nda olduğu gibi su bulunmuyor. İçeride çalan müzik insanı alıp geçmişe götürüyor aslında. Ama bu yolculuğun çok da uzun sürdüğünü söyleyemeyeceğim.

Bu sefer uzun bir serüven yaşamadık belki ama tarihe güzel bir yolculuk yaptık diyebilirim. Ve anlamadığımız ya da farketmediğimiz daha pek çok şey. İşte İstanbul'un en sevdiğim özelliği bu; hiç bir zaman bitmeyen bir geçmişi, hızla akıp giden bu günü ve nasıl olacağını bilmediğimiz bir geleceği var bu şehrin.

Bu kısa tarih yolculuğunu yapabilmeniz dileğiyle...

7 Mayıs 2010 Cuma

Temiz Ev



Bu ay itibariyle Devlet Tiyatroları için tatil başladı. Artık yeni sezonda yani ekim ayında açacaklar kapılarını bize. Fırsat bu fırsat hem evimize çok yakın olduğu için hem de bu sezon seyredebileceğimiz son oyun olduğu için İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun Cennet Sahnesi'nde oynanan " Temiz Ev " adlı oyuna gittik.

Amerikalı yazar Sarah RUHL'un 2004 yılında dünya prömiyerini yaptığı ve büyük beğeni toplayan oyunu Temiz Ev, dilimize İrem AYDIN tarafından çevrildi ve Kubilay KARSLIOĞLU tarafından da sahneye kondu. Bu sene ilk defa Devlet Tiyatroları'nın sahnesinde yer alan oyunda Sema Çeyrekbaşı, Simay Tuna, Gülseren Gürtunca, Levent Güner ve Neslihan Arslan yer alıyor. 2 perdelik oyunun süresi yaklaşık 1.5 saat sürüyor.

Oyun, Matilde yani temizlikçi kızın portekizce bir şeyler anlatmasıyla başlıyor. Bu başlangıç hem şaşırtıcı hem de ilgi çekici olmuş. Biraz da soru işaretleri yaratmıyor değil kafamızda. Oyunun konusuna gelirsek; temizlik yapmayı sevmeyen ve mükemmel esprinin peşinde olan Brezilya'lı Matilde, anne babası öldüğü için çalışmak zorundadır ve her ikisi de cerrah olan bir karı - kocanın evinde işe başlar. Her şey yolunda gibi görünürken bir anda ev sahibinin kocası kanser olan hastasına, onun tabiriyle " Ruh İkizi " ne aşık olur ve karısını bırakır. Matilde artık her iki eve de gidip gelmektedir. Ve tüm bu olaylar yaşanırken gördüğümüz , duyduğumuz ve hissettiğimiz şeyler bizleri sevgi, aşk, bağlılık ve ilişki gibi konularda tekrar ve tekrar düşünmeye sevk ediyor. Hatta belki bazılarımız ilişkilerimizi tekrar gözden geçirebiliriz.

Oyunun konusu, dekoru ve verdiği mesajları kadar oyundaki oyunculuklar da övgüyü fazlasıyla hak ediyor bence. Özellikle Matilde ve Virginia ( terkedilen eşin temizlik hastası ablası ) karakterlerine can veren Neslihan ARSLAN ve Sema ÇEYREKBAŞI tek kelimeyle mükemmeldi. Aslında her şeyin bu kadar güzel olduğu bir ortamı bozan hatta üzüntü veren tek şey koca salonda oyunu izlemeye gelen sadece 30 - 35 kişi olmasıydı. Hem Türk Tiyatrosu adına hem de bu işe bu kadar emek veren sanatçılara en büyük saygısızlık bu olsa gerek. Belki oyunun sahnelendiği salon İstanbul'da çok merkezi bir yerde olmayabilir ama yine de izleyici sayısı bu kadar az olmamalı. Bu duruma önümüzdeki sezon bir çözüm bulunmalı ve daha çok izleyicinin katılımı sağlanmalı.

Sizlerin de ruh ikizini bulmanız dileğiyle...

6 Mayıs 2010 Perşembe

Bir Hıdrellez Daha Geçti ...

Geldi, geliyor derken geçti gitti Hıdrellez kutlamaları. Aslında bu seneki ilk ve en bilinen kutlama geçti gitti. Daha 8 Mayıs Cumartesi günü Sarıyer Çayırbaşı'nda yapılacak kutlama var. Onun da en az Ahırkapı'daki kadar coşkulu ve kalabalık geçmesini umuyorum.

Hafta içi olduğu için işten çıkıp gidenlerin sayısı oldukça fazlaydı. Hani Hıdrellez'e uygun renkli ve desenli kıyafetler gördüğüm kadar takım elbise giyenleri de gördüm. Saat 19.00 gibi Ahırkapı Parkı'na ulaştık. Sahilyolu'ndaki trafik nedeniyle ulaşım tercihimiz, tramway ile Sultanahmet, oradan da yürüyerek şenlik mekanına gitmekten yana oldu. Çok aşırı bir kalabalık olmadığı için bir nebze rahat fotoğraf çekebildim. Rahatça davul - zurna - klarnet çalan grupları takip edebildim. Yemek için çok fazla kuyruk da yoktu. Ama ilerleyen saatlerde ortam çok değişti. Artık pek rahat yürüdüğümüz söylenemezdi. Yemek almak için uzun kuyrukları göze almanız gerekti. Ve tabiki aynı şey geçen seneye göre sayıları arttırılan tuvaletler için de geçerliydi.

Herhalde gecenin insanları en zorda bırakan ve üzen tarafı cep telefonlarının çekmemesi olsa gerek. Eminim pek çok kişi tanıdıklarıyla iletişim kuramadığı için biraraya gelememiştir. Keza benzer bir şey bizim de başımıza geldi. Kendi halinde çalan ve gezen grupların dışında ana mekanda sahneye çıkanlar çok başarılı değildi. Hatta bir ara cep telefonunu düşürdüğü için sahnede ağlayan bile oldu. Şöyle genele bakıldığında elinde içeceği yiyeceği, insanlar gruplar halinde ve dahası kendi hallerinde eğleniyordu. Mekandaki eğlenceye yönelik eşyalar da yoğun ilgi görmedi değil. Tabiki en çok rağbeti dilek ağacı gördü.

Öyle ya da böyle eğlendik sonuçta. Üstelik öyle çok ciddi sorunlar da yaşamadan. Herkesin hıdrelleze yakışır biçimde eğlendiğini düşünüyorum. Ama yine aynı şekilde çoğu kişinin eski sokakları özlediğini de...

Herkesin dileğinin kabul olması dileğiyle...

4 Mayıs 2010 Salı

Kürşat Zeytinyağları - Ayvalık


Ayvalık'ın namını hele ki zeytinyağlarının ve zeytinlerinin tadını bilen çok insan vardır eminim. Oralara gidip de bu alışverişi yapmadan dönmek olmaz asla. Ayvalık'tan alınır alınmasına da bittiğinde ne yapacağını düşünür insan hep. Ya tadı damağımızda kalır ya da başka yollar bulmaya çalışırız.

Geçen yaz yollarımız kesişti Kürşat Zeytinyağları ile. Kürşat Ailesi'nin zeytin ve zeytinyağı hikayesi çok eskilerden başlıyor. 1923 yılında Girit Adası'ndan Ayvalık'a göç etmeleriyle devam ediyor hikayeleri. 1996 senesinde Kürşat Tarım kurulmuş ve ürünlerini    " Kürşat " markasıyla üretip satmaya başlamışlar. İlk mağazalarını 1999 yılında Ayvalık Merkez'de açmışlar. İşte bizim ilk tanışmamız da bu mağaza da oldu.

Arkadaşımızın tavsiyesi üzerine gittiğimiz Kürşat'tan tabiki elimiz boş çıkmadık. Zeytin, Zeytinyağı, Zeytin Sabunu, Kurutulmuş Domatesli Sos satın aldığımız başlıca ürünlerdi. Oysa mağazada satın alınabilecek o kadar çok şey var ki.zeytin ağacından eşyalar, seramik zeytin kapları, zetyin mezesi ve diğer alternatif çeşitler.

Kürşat Mağazası'nın İzmir Alsancak'ta ve İstanbul Nişantaşı'nda birer mağazası bulunuyor. Nişantaşı'nda çalışan biri olarak bu mağazayı farketmemiş olmaktan ötürü çok üzülmüştüm. Ama şimdi bu şansımı en iyi şekilde değerlendiriyorum. Firmanın zeytinyağının rengi yeşil ve asit oranı oldukça düşük. Tadı son derece güzel tabiki. Aynı şekilde zeytinleri ve özellikle zeytin mezeleri mükemmel. Kurutulmuş Domatesli Sosu ise makarna için ideal bir sos. Çeşnili Naturel Sızma Zeytinyağı ( içerisinde aromatik bitkiler bulunuyor ) denemeye değer.

Ürünlerin fiyatları da lezzetleriyle doğru orantılı. Mesela Çeşnili Naturel Sızma Zeytinyağı'nın 700 ml fiyatı 25,-TL, zeytin mezeleri 6,-TL, zeytinler ise yaklaşık 8,-TL civarında. Aslında bu lezzet için fazlasıyla değer diye düşünüyorum. Benim gibi tüm yemeklerinizde sızma zeytinyağı kullanıyorsanız Kürşat Zeytinyağları sizler için ideal bir alternatif olabilir. Hatta çok güzel bir hediye de. Kürşat Zeytinyağları ve ürünleri hakkında detaylı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.

Bu lezzeti tadabilmeniz dileğiyle...

2 Mayıs 2010 Pazar

İstanbul 2010 Hıdrellez Şenlikleri


Hıdrellez, ülkemizde başta Anadolu'da olmak üzere tüm şehirlerimizde görkemli bir şekilde kutlanan mevsimsel bir bayramdır. Ruz-ı Hızır ( Hızır günü ) olarak adlandırılan hıdrellez günü, Hızır ve İlyas Peygamber’in yeryüzünde buluştukları gün olması nedeniyle kutlanmaktadır. Hızır ve İlyas sözcükleri birleşerek halk ağzında hıdrellez şeklini almıştır. Hıdrellez günü, Gregoryen takvimine göre 6 Mayıs, eskiden kullanılan Rumi takvim olarak da bilinen Julyen takvimine göre ise 23 Nisan günü olmaktadır.

Hıdrellez gecesi Hızır’ın uğradığı yerlere ve dokunduğu şeylere feyiz ve bereket vereceği inancıyla çeşitli uygulamalar yapılır. Yiyecek kaplarının, ambarların ve para keselerinin ağızları açık bırakılır. Ev, bağ-bahçe, araba isteyen kimseler, Hıdrellez gecesi herhangi bir yere istediklerinin küçük bir modelini yaparlarsa Hızır’ın kendilerine yardım edeceğine inanırlar. Yıllar boyu bu inanışla birlikte Hıdrellez Kutlamaları evrensel bir hale gelmiş oldu.

İşte bu kutlamaların İstanbul'daki adresi, Ahırkapı. Bu sene onbirincisi düzenlenecek olan Ahırkapı Hıdrellez Şenlikleri 5 Mayıs Çarşamba akşamı, geçen seneki gibi sahilde bulunan Ahırkapı Parkı'nda düzenleniyor. Önceki senelerde Ahırkapı Sokak ve civarında düzenlenen şenliğin geçen sene yeri değiştirildi. Kimilerimizin hoşuna gitmese de bu sene de aynı yerde düzenlenecek. Bu seneki önemli değişikliklerden bir tanesi de yiyecek - içecek alımlarında kullanılan kupon uygulamasının kaldırılması. Artık rahatça istediğimiz yiyecek ve içecekleri alabileceğiz. Benzer bir kolaylığı da tuvaletler için sağlamaları gerektiğini düşünüyorum.

Program gece 24.00 'a kadar devam edecek ve akabinde Hıdrellez Ateşi yakılarak dilekler yerlerine iliştirilecek. Yine oldukça kalabalık olacağını düşünüyorum ama nedense bu kalabalığı yeni yerinde anlamak mümkün olmuyor. Ahırkapı Sokak ve civarında düzenlendiğinde kalabalıktan adım atmakta zorlanıyorduk. Şimdi herkes bir yere oturmuş, elinde yiyeceği - içeceği takılıyor. Umarım bu sene eski coşkusunu tekrar yakalar. Ticari olmaktan çıkıp gerçek amacına hizmet eder. Ahırkapı'daki şenliklerle ilgili detaylı bilgilere ve programa buradan ulaşabilirsiniz.

Bu seneki hıdrellez şenlikleri için alternatif bir gün ve mekan daha var. 8 Mayıs Cumartesi günü ve akşamı Sarıyer Çayırbaşı Meydanı'nda düzenlenecek olan " Çayırbaşı Hıdrellez Şenlikleri ". 13.00 - 18.00 saatleri arasında Atölye Çalışmaları ( roman orkestrası atölyesi, dans atölyesi, ritim atölyesi, belgesel film atölyesi, fotoğraf atölyesi, kukla atölyesi, yaratıcı drama atölyesi gibi ) ile başlayacak olan kutlamalar akşam 19.30 - 24.00 arası düzenlenen konser etkinlikleri ile devam edecek. Hafta içi Ahırkapı'ya gidemeyecekler veya buradaki şenliklere de katılmak isteyenler için güzel bir alternatif olabilir diye düşünüyorum.

Bahar ve güneş artık yüzünü iyice bizlere gösterdi. Hıdrellez bir nevi bunun da kutlaması olduğuna göre bu şenliklerdeki yerimizi almalı ve bunun tadını çıkarmalıyız. Şimdiden herkese iyi eğlenceler.

Dileklerinizi çizmeyi ya da dilek ağacına iliştirmeyi unutmamanız ve bu dileklerin gerçeklemesi dileğiyle...

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Profesyonel

İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun Nisan ayı oyunlarından birisi de " Profesyonel " oyunuydu ve biz bu oyuna biletimizi çok önceden almıştık. Bu oyunu tercih etmemizdeki en önemli sebep hakkındaki olumlu ve güzel yorumlardan ziyade oyuncularına duyduğumuz beğeni ve meraktı. Nihayet, İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun Cevahir Sahnesi'nde dün akşam izleme fırsatını bulduk.

Sırp yazar Duşan KOVACEVİC'in yazdığı, Işıl KASAPOĞLU'nun yönettiği ve Bülent Emin YARAR, Yetkin DİKİNCİLER, Gülen ÇEHRELİ ve Cenap OĞUZ'un oynadığı oyun, bir yayınevinde genel yayın yönetmenliği yapan, edebiyat adamı 40 yaşındaki Teya ile gizli bir polis olan yoldaş Luca'nın sürprizlere gebe hikayesini anlatıyor. Bir tarafta komünist düzene karşı olan edebiyat adamı ve aydın bir kişi, diğer tarafta ise komünist rejimin savunucusu polis karşı karşıya gelmiş durumda oyunda. Yıllar boyu süren takibin sonunda yaşanan bir yüzleşme ve insanın geçmişinin bir anda değişivermesini görüyoruz bu oyunla. Kah gülüyoruz kah duygulanıyoruz böylece.

Oyunun hikayesi ve kurgusundan daha başarılı olan tarafı kesinlikle oyunculuklardı. Özellikle Bülent Emin Yarar'ın olağanüstü performasına hayran kalmamak mümkün değil. Oyun süresince değişen ruh halini, sarhoşluğunu, kederini, mutluluğunu, yalnızlığını ve heyecanını o kadar başarılı bir şekilde izleyiciye gösteriyor ki, bazı anlarda  bunun oyun değil de gerçek olduğunu düşünmemek imkansız hale geliyor. 2010 Afife Tiyatro Ödülleri'nde " En İyi Erkek Oyuncu " ödülünü alması bu durumun en güzel kanıtı olsa gerek. 

Yetkin Dikinciler'den de bahsetmemek olmaz. Oyunculuk gücünü ve kalitesini tartışmak çok anlamsız. Keza bu oyunda da başarılı bir profil çizmiş. Ama bazı anlarda Bülent Emin Yarar'ın çıktığı noktalara çıkamamış bu oyunda. Belki de hem anlatıp hem canlandırdığı için olabilir bu durum. Yine de ayakta alkışlanması gerektiğini düşündüğüm bir sanatçı. Bu arada boyunun bu kadar da uzun olduğunu tahmin etmiyordum. Bir de Nazım Hikmet'e ne kadar çok benzediğini bu oyunu izlerken daha net farkettim.


Tek perdelik ve yaklaşık 1 saat 40 dakika süren Profesyonel'i bir solukta ve hiç sıkılmadan izleyebilirsiniz. Neden bazı sanatçıları televizyon dizilerinde görmek istemediğimi bu oyun ve bu oyuncularla yeniden anlamış oldum.

İlk fırsatta seyredebilmeniz dileğiyle...