23 Eylül 2010 Perşembe

Filmekimi 2010


İstanbul’a sonbaharın geldiğinin habercisi olan Filmekimi bu sene 8-14 Ekim 2010 tarihlerinde Sinefil’lerle buluşacak. Bu sene de Cannes, Berlin, Sundance, Venedik gibi dünyanın belli başlı festivallerinde gösterilen, çok ses getiren ödüllü yapıtlarla usta yönetmenlerin son filmlerini biz sinemaseverlerle buluşturacak. 8 yıldır Beyoğlu Emek Sineması’nda gerçekleştirilen Filmekimi, Emek Sineması’nın malum durumu nedeniyle bu sene Atlas Sineması, Beyoğlu Sineması ve Maçka G-Mall Sineması'nın 2 ayrı salonuyla birlikte toplam 4 salonda, bir nevi küçük bir film festivali tadında sinemaseverlerle buluşuyor.

Bu sene Filmekimi’nde 7 günde, 5 tanesi Gala filmi olmak üzere toplam 31 film gösterilecek. Filmekimi’nde önceki yıllarda büyük ilgi gösterilen hafta içi gündüz seanslarındaki (11.00, 13.30, 16.00) indirimli fiyat uygulaması bu yıl da devam ediyor. Filmekimi boyunca hafta içi gündüz seansları sadece 4 TL, hafta içi 19.00 seansları ve hafta sonu tüm seanslar tam 12,-TL, indirimli 8,-TL olacak. 21.30 seanslarında yapılacak Filmekimi galalarının bilet fiyatları ise geçen yıl olduğu gibi 15,-TL. Biletleri 2 Ekim’den itibaren Atlas Sineması Gişesi ve Biletix’ten temin edebilirsiniz.

Programa gelecek olursak, çok ayrıntılı olarak inceleyememekle birlikte ilk bakışta şu filmler öne çıkıyor:

  • Sofia Coppola’nın 2010 Venedik Altın Aslan ödülünü kazanan filmi SOMEWHERE ( Başka Bir Yerde ) (Jüri Başkanı olan Quentin Tarantino’nun arkadaşı olan Coppola’yı kayırdığı eleştirilerine maruz kalmıştı film),
  • Tayland’lı yönetmen Apichatpong Weerasethakul'un 2010 Cannes Altın Palmiye kazanan filmi LUNG BOONMEE RALUEK CHAT (Amcam Önceki Hayatlarını Anlatıyor) ,
  • Geçen seneki Filmekimi’nde başrolünde Eric Cantona’nın oynadığı Looking For Eric filmini izlediğimiz Ken Loach’ın Irak savaşının etkileri ve suçluları hakkındaki son filmi ROUTE IRISH ( Tehlikeli Yol ),
  • Aktör olarak tanıdığımız Ben Affleck in yönettiği ve başrolünü oynadığı filmi THE TOWN ( Hırsızlar Şehri ) ,
  • Stieg Larsson’un yazdığı Milenyum Üçlemesi serisinin 2. Kitabı olan Ateşle Oynayan Kız’dan uyarlanan FLICKAN SOM LEKTE MED ELDEN (Şu anda vizyonda Milenyum Üçlemesinin ilki olan Ejderha Dövmeli Kız oynuyor. Bunun devamı olarak çekilen ve daha önce izlediğim Ateşle Oynayan Kız’ın da izlenmesini tavsiye ederim.),
  • Mathieu Amalric’in ilk yönetmenliğinde 2010 Cannes En İyi Yönetmen, FIPRESCI Ödülü alan filmi TOURNÉE ( Turne )
  • Xavier Beauvois'in yönettiği ve 2010 Cannes Büyük Ödül ünü kazanan DES HOMMES ET DES DIEUX ( İnsanlar ve Tanrılar ),
  • Benjamin Heisenberg'in yönettiği, izleyene müthiş bir adrenalin vaadeden ve gerçek bir olaydan uyarlanan DER RÄUBER ( Hırsız ),
  • David Lynch'in yapımcılığını üstlendiği, yönetmeni Werner Herzog'un sözleriyle " kan ve testerenin görünmediği, ama acayip adsız bir korkuyu içinize salan bir korku filmi “ MY SON, MY SON, WHAT HAVE YE DONE " ( Benim güzel oğlum ne yaptın sen ),
  • İranlı yönetmen Abbas Kiarostami'nin Juliette Binoche’ye 2010 Cannes En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandırdığı filmi CERTIFIED COPY ( Aslı gibidir ),
  • Philip Seymour Hoffman’ın hem yönetip hem başrolünü oynadığı romantik komedi JACK GOES BOATING ( Jack in Kayık Gezintisi ),
  • Çok sevdiğim A Tale Of Sisters filminin yönetmeni olan Kim Ji-Woon’un İntikam temalı son filmi AKMAREUL BOATTDA ( Şeytanı Gördüm ),
  • Sylvain Chomet’in uzun zamandır beklenen animasyon filmi L'ILLUSIONNISTE ( Sihirbaz ),
  • Son Balkan seyahatimden sonra Balkanlarla ilgili filmlere ve kitaplara ilgim arttı. Danis Tanovic’ in yönettiği Balkanlar'da yeni bir dönemin başladığı günlerde geçen, romantik olduğu kadar trajik bir aşk öyküsünün anlatıldığı CIRKUS COLUMBIA ( Güzel Bir Hayat Düşlerken ).
İlk anda gözüme çarpan bu filmlerle beraber toplam 31 film, 1 hafta boyunca sinefilleri bekliyor olacak. Sinema salonlarının bir bir kapandığı, sinemanın sadece AVM’lere hapsolmaya başladığı günümüzde, Dünya’nın sayılı film festivallerinde ödül almış olan bu filmlerin bir çoğu maalesef ülkemizde vizyon şansı bulamayacak. Bu sebeple ayağımıza kadar gelen bu güzel seçkide 1 hafta boyunca ne kadar çok film izleyebilirsek o kadar şanslı olacağız. Program ve gösterim çizelgesi gibi ayrıntılara buradan ulaşabilirsiniz.

Herkese şimdiden iyi seyirler…

21 Eylül 2010 Salı

Ahmet Ümit ile Bir " İstanbul Hatırası "


Ahmet ÜMİT'in " İstanbul Hatırası " isimli kitabı piyasaya çıkalı neredeyse 3 ayı geçti. İlk çıktığı zamanlarda alacağım bu kitabı demiştim ama sahip olmama vesile başka bir şey oldu. Henüz tanışma fırsatı bulamadığım Banu ( http://birazsoylebirazboyle.blogspot.com/ ) hediye etmişti bu kitabı bana. Okuduktan sonra burada paylaşacaktım ama hem okuyup hem de Ahmet Ümit'le kitabı baştan aşağı gezdikten sonra yazmak kısmet oldu.


Temmuz ayında bir gazetede Ahmet Ümit ile bir " İstanbul Hatırası " kültür turu düzenleneceğini okumuştum. Rezervasyon için aradığımda kontenjanın dolduğunu söylemişlerdi. Ama numaramı not etmeyi unutmamış Antonina Turizm. Geçen ay sonu arayıp 19 Eylül'deki gezi için önceden haber verdiler. Tabiki ben de bu fırsatı kaçırmadım ve pazar günü Ahmet Ümit'le hem tarihe yolculuk ettik hem de kitabını gerçek mekanlarında görerek ve konuşarak tekrar okuduk.

" Byzantion'dan İstanbul'a uzanan, heyecan yüklü bir serüven ... İstanbul'un gizemli tarihi. " diyor kitabın arka kapağında. Bu gizemli tarihin belki de bilmediğimiz gerçeklerini öğrenirken 7 ayrı cinayete de tanıklık ediyoruz kitapta. Sonunda da soruyoruz kendimize; " Bu şehir için bugüne kadar ne yaptım? " diye. Verecek bir cevabınız varsa, ne mutlu sizlere...

Tur programımız cinayetlerin sırasına göre. Önce Ahmet Ümit ile otobüsümüzde tanışma şansına eriştik. Ve tabiki kitabımızı bizzat imzalatma şansına da: " Seda'ya, kadim İstanbul'dan kadim sevgilerle " diye. Baştan söyleyeyim, çok sıcak, güleryüzlü ve açıksözlü bir insan, yazar Ahmet Ümit. Yani biraz sizden biraz bizden birisi. Daha ilk dakikadan belli bu proje için duyduğu istek ve heyecan. İlk anlatım noktası Gülhane'nin Sarayburnu'na bakan kapısından içeri girdiğimiz Gülhane Parkı. Ve buradan istikamet yolun karşısında bulunan Atatürk Heykeli'nin önü yani ilk cinayet yeri. Biraz tarihten biraz da kitabın hikayesinden bahsetti Ahmet Ümit bizlere. Biz sorduk, o cevapladı; o sordu, biz cevapladık...


İkinci durak Çembelitaş Sütunu, sonra Yedikule Zindanları - Altınkapı. Buralarda da yeni şeyler öğrendiğimi itiraf etmeliyim. Sonraki durağımız Sultanahmet'teki Soğukçeşme Sokağı ve ardından Ayasofya Müzesi önü. Kitapta bu bölümde heyecan biraz daha artıyor, cinayetlerle ilgili yeni bir ipucu ortaya çıkıyor. Ve Topkapı Sarayı önündeki Üçüncü Ahmet Çeşmesi'ndeyiz. Ahmet Ümit, burada miting düzenleyen bir siyasetçi gibiydi. Anlattıkları sadece bizlerin değil, orada bulunan pek çok insanın da ilgisini çekmeyi başardı. Tabi bir de yerde uzanan maktuller ilgi çekiyordu. Bir sonraki durak, maktulün ok gibi duran ellerinin gösterdiği taraf oluyor. Yani Fatih Camii.

Yeni bir itiraf daha, 12 senedir İstanbul'dayım ve Fatih Camii'ne ilk kez gittim. Oldukça etkileyici bir camii, daha geniş bir zamanda tekrar ziyaret edilecekler arasına alındı. İstanbul için önemi büyük bir cami. Ve şehrimizin simgelerinden olan Süleymaniye Camii'ndeyiz bu sefer. Artık cinayetlerin sonu da gelmeye başladı. Burada Mimar Sinan'ın türbesini de ziyaret etme fırsatı bulduk. Turun sonuna geldik sayılır. Son durak yine Sarayburnu'ndaki Atatürk Heykeli. Hikaye de burada bitiyor zaten. Antonina Turizm, biz katılımcılara Ahmet Ümit imzalı birer sertifika veriyor : " Romanımın satırlarını aşıp, bir " İstanbul Hatırası " romanımı kendisi ile yaşama şansı tanıdığı ve Bizans'tan günümüz İstanbul'una uzanan serüvende yanımda olduğu için teşekkür ederim isterim. "


Ve yaklaşık bir sene sonra çıkacak olan " Tanrı'nın Gölgesi " adlı romanının  ilk cümlesini paylaştı Ahmet Ümit bizlerle; " Tanrı'nın gölgesi gözlerimin önünde ağır ağır sönerken, dışarıda güneş ... " Gece Nevzat Komiser ve Evgania'nın arkadaşları ile buluştukları Kurtuluş - Tatavla'da bulunan Despina'nın Yeri'nde bitti. Turun başında söylendiği gibi unutulmaz bir gün geçirdik Ahmet Ümit ile. Bu arada 26 Eylül'de, Habertürk TV'de, saat 11.00'da başlayacak olan programını da öğrenmiş olduk.

Hem tarihe hem de " İstanbul Hatırası " na yolculuk yapabilmeniz dileğiyle ...

18 Eylül 2010 Cumartesi

Balkanlar'da 6 Ülke Serüveni - Üsküp ve Kosova

Serüvenimizin son iki günündeyiz artık. Güzel olan her şeyin bir sonu var derler ya, bu da öyle bir son olacak bizim için. Ohrid'de geçirdiğimiz harika iki günden sonra istikamet Makedonya'nın başkenti Üsküp. Bu yolculuk sırasında göreceğimiz ilk yer ise Gostivar...

Şar Dağları'nın arasından, Vardar Ovası'nda geçerek Gostivar'a ulaşabiliyorsunuz. Gostivar, Üsküp'ten sonra Makedonya'da en çok Türk'ün yaşadığı şehir. Bu durumu pek çok yerde görebileceğiniz Türkçe tabelalardan da anlamanız mümkün. Avrupa Kayak Şampiyonası'nın yapıldığı Mavrova Milli Parkı, bu şehrin sınırları içerisinde bulunuyor. Biz şehri otobüsten inmeden gezdik. 1566 yılında Osmanlılar tarafından yapılan saat kulesi, şehrin simgesi olmuş. Şara ve Galicnik denilen peynirleri, Kaymaçina isimli meşhur tatlılarıve Şar denilen çobak köpekleri de şehre özgü şeyler arasında. Gosti kelimesi " Misafir " geliyormuş. Bu da şehir halkının ne kadar misafirperver olduğunun bir göstergesi olsa gerek.


Gostivar'dan sonra hedef Kalkandelen yani Tetova şehri. Makedonya'nın kuzeybatısında, Şar Dağları'nın eteklerine ve Pena Nehri'nin kenarına kurulmuş bir şehir Tetova. Üsküp ve Manastır'dan sonra ülkenin üçüncü büyük kenti durumunda. Bizim Kalkandelen'e varış saatimiz cuma namazı saatini buldu. Burada göreceğimiz ilk yer Kanuni Sultan Süleyman'ın vezirlerinden Sersem Ali Baba tarafından 16. yüzyılda yaptırılan, Bektaşi Harabati Baba Tekkesi. Asıl adı Server Ali Paşa olan Sersem Ali Baba birden Bektaşiliğe geçmiş ve rütbelerini söküp, Balkanlar'daki bu tekkeye yerleşmeye karar vermiş. Bu nedenle Kanuni Sultan Süleyman kendisine " Sersem " demiş ve adı da bundan sonra Sersem Ali Baba olarak kalmış. Sersem Ali Baba'dan sonra tekkeye Harabati Baba hizmet vermiş. Bu nedenle tekkenin adı Harabati Baba ismiyle de anılıyor.


Tekke oldukça büyük ve geniş bir alana kurulmuş. Avlunun içerisinde bir çok bina, çeşme ve geçmişte tekkeye hizmet etmiş olan kişilerin mezerları bulunuyor. Biz tam da cuma namazı saati gittiğimiz için her yer namaz kılmaya gelenlerle doluydu. O yüzden pek de rahat gezemedik. Tekkede bazı çevrelerce yapılan işgaller nedeniyle tek göz odada yaşayan Derviş Baba ile sohbet etme şansını bulduk. Yapılan baskı ve işgal sonucu tekkenin dervişi ve müritleri ibadetlerini yapamıyorlar. Derviş Baba, burada yaşananlardan dolayı çok üzgün. Dergahın vakfına ait olan taşınmaz malların nasıl ele geçirildiğinden, tekkenin bahçesinde bulunan Erler Meydanı'nın nasıl işgal edilip cemevi dene kısmın nasıl camiye dönüştürüldüğünden, inançlarından, ibadetlerinden bahseden Derviş Baba ile uzun süre sohbet ederseniz, eminim siz de orada kalmak isteyeceksiniz. İnançlara saygı göstermeyi hala bilmiyoruz...



Tekke'den sonra göreceğimiz yer Abdurrahman Paşa Camii adıyla da bilinen, Mensure ve Hurşide Hanım adlarındaki iki kardeş tarafından inşa edilen Alaca ( Süslü ) Camii. İki kardeşin hayatları boyunca biriktirdikleri paralarla inşa ettikleri bu cami Unesco tarafından koruma altına alınmış. Hem iç hem de dış süslemeleri ve mimarisi fazlasıyla görülmeye değer. Her iki kardeşin türbesi de caminin avlusunda bulunuyor. Alaca Camii'nden sonra Üsküp'e doğru yola çıkıyoruz.


Üsküp, Makedonya'nın başkenti ve en büyük şehridir. Yahya Kemal BEYATLI'nın ve Rahibe Teresa'nın doğum yeridir Üsküp diğer adıyla Skopje. Vardar Nehri'nin iki tarafına kurulan şehirde, Arnavutlar'ın ve Türk azınlıklarının yaşadığı yer eski Üsküp, Makedonlar'ın yaşadığı yer ise yeni Üsküp olarak adlandırılmaktadır. Taş Köprü, Üsküp'ün önde gelen tarihi eserlerinin başında geliyor. Üsküp'de Türkçe eğitim veren üç İlkokul, bir tane Ortaokul, Yahya Kemal Beyatlı adına da kolej bulunuyor.


Yerel rehber eşliğinde başladığımız Üsküp gezisinde ilk durağımız, Üsküp Kalesi oldu. Kaleye doğru gelirken Amerikan Konsolosluğu'nu göreceksiniz. Ne kadar büyük olduğunu da. Hemen yanında kocaman bir Fransız mezarlığı bulunuyor. Kaleden neredeyse Üsküp şehrini ve Vardar Nehri'ni çok rahat görebiliyorsunuz. Bu kaleden çok net bir şekilde görebileceğiniz bir diğer şey ise, şehrin en yüksek dağı olan Vodno Dağı'nın tepesine dikilmiş olan 33 katlı haç. Müslümanların içinde bulundukları ortam böyle yani. Kalede hala arkeolojik kazılar devam ediyor. Kale'den Eski Üsküp'e doğru yürürken Osmanlı Dönemi'nde yapılmış olan Sveti Spas Kilisesi'ni görebilirsiniz. Dışarıdan oldukça bakımsız görünmesine rağmen içerindeki tahta oymalar görülmeye değer. Osmanlı'nın hoşgörüsü neticesinde yapılan bu kilise ilerleyen zamanda Osmanlı'ya karşı ayaklananların örgütlendiği bir merkez haline dönmüş. Hatta kilisenin avlusunda bu ayaklanmaların başını çeken Gotse DELCHEV'in mezarını da görebilirsiniz. Gotse Delchev, Osmanlı'nın hain olarak nitelendirdiği bir Makedon olmasına rağmen, burada adına müze de açılmış olan bir halk kahramanı durumunda bulunuyor.


Eski Üsküp'e doğru yürürken Mustafa Paşa, İsa Bey ve Murat Paşa camilerini görebilirsiniz. Öğlen yemeğimizi Eski Üsküp'te, Türk Çarşısı'nda yedik. Üsküp'e özgü güveçte kuru fasulyenin üzerinde köfte ve üzerine peynir rendelenmiş çoban salatadan oluşan bir menümüz vardı. Kuru fasulye biraz yağlı gelse de lezizdi. Bu arada sipariş verirken köftelerin domuz etinden yapılıp yapılmadığını sormayı unutmayın. Yemekten sonra Eski Üsküp'ü gezmeyi tercih ettik. Zaten çok da büyük bir yer değil. Günümüzde sanat galerisi olarak kullanılan Çifte Hamam, 15. yüzyılda İsa Bey tarafından yaptırılmış. Erkekler ve bayanlar için 2 ayrı girişi bulunan hamam depremde çok fazla hasar görmüş. İkinci Beyazıt döneminde sadrazamlık yapan Davut Paşa tarafından yaptırılan ve iki büyük kubbesi bulunan Davutpaşa Hamamı, Çifte Hamam gibi Üsküp'te ayakta kalabilen iki tarihi tamamdan bir tanesi.

Eski Üsküp'ten yürüyerek ve Vardar Nehri üzerindeki Taş Köprü'den geçeren yeni ve modern Üsküp'e gidebiliyorsunuz. Kimi kaynaklar Mimar Sinan tarafından yapıldığını belirtiyor. 220 metre uzunluğundaki köprünün, 13 tane kemer gözü bulunuyor. Bu kemer gözlerinin açıklıkları ise  merkeze yaklaştıkça da genişliyor. Üsküp bölgesinde Fatih Sultan Mehmet Köprüsü olarak da bilinen köprünün her iki tarafında da belediye, valilik binası, kilise ve büyük bir otel inşaatı devam ediyor. Yani köprünün manzarası epey bir değişecek.

Köprünün yeni Üsküp tarafında kocaman bir meydan olan Makedon Meydanı ( eski adıyla Tito Meydanı ) bulunuyor. Buradan trafiğe kapalı olan Makedon Caddesi'ne gidebilirsiniz. Cadde oldukça geniş, sağlı sollu şık ve lüks cafeler, mağazalar, parklar ve çeşitli konseptlerde heykeller bulunuyor. Cadde üzerinde Üsküp doğumlu olduğu bilinen Rahibe Teresa'nın adına bir müze ve kilise bulunuyor. Caddenin sonunda ise 1963 depreminde büyük hasar gören tren istasyonu bulunuyor. Şu anda şehir müzesi olarak kullanılan istasyonda bulunan saat, deprem saati olan 05.17'yi gösteriyor.

Üsküp'te bir gece kaldık. Açıkçası çok fazla tanıma şansına sahip olamadım ama gördüğüm kadarıyla oldukça modern ve eğlenceli bir şehir. Üsküp'le birlikte Makedonya'dan ayrıldık. Turumuzun ve dünyanın bağımsızlığını ilan eden son ülkesi olan Kosova'ya geçtik. Kosova, 2008 yılında bağımzsızlığını ilan etmesinin ardından denetim, Birleşmiş Milletler'den Avrupa Birliği'ne geçmiş. Başkenti Priştina olan Kosova'da Türk Nüfusu 60.000 civarında. Resmi dili Arnavutça ve Sırpça olan Kosova'da, Türkçe ve Boşnakça belediyeler seviyiesinde resmi statüye sahip olan diller arasında bulunuyor.


Kosova'daki ilk durağımız, ülkenin kültür başkenti olarak nitelenen Prizren şehri. Arnavut, Türk ve Boşnaklar'ın bir arada yaşadığı şehirde çok fazla Türk görmeniz mümkün. Burada trafik levhaları, tabelalar ve şehir bilgi panoları, Arnavutça, Sırpça ve Türkçe olmak üzere üç dilde yazılıyor. Burada Türkçe'yi bilmek Prizren'li olmakla özdeşleşmiş durumda. Kentin en yüksek tepesinde bulunan Prizren Kalesi, Doğu Roma döneminden kalma. Osmanlı döneminde genişletilerek kullanılan kalenin konumlandığı yer çok güzel. Ama oraya çıkmak için bir hayli yürümek, daha doğrusu tırmanmak gerekiyor. Biz cesaret edemedik ama merak da etmedik değil.



Prizren'de görülebilecek yerler arasında şehir merkezinde, Şadırvan Meydanı'nın hemen yanındaki Sinan Paşa Camii, Gazi Mehmet Paşa Hamamı ve şehrin ortasından geçen Akdere üzerinde bulunan Taş Köprü sayılabilir. Sinan Paşa Camii, 1615 yılında yapılmış ama 2008 TİKA tarafından onarılmış. TİKA ( Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı ) , tüm tur boyunca pek çok yerde karşımıza çıktı. Amaç, gelişmekte olan ülkelerin kalkınmalarına yardımcı olmak ve bu ülkelerke ekonomik, sosyal, ticari ve kültürel bir işbirliğinde bulunmak.


Prizren şehri oldukça hareketli bir şehir. Burada düzenlenen Belgesel Film Festivali ( Doku Fest ) ayrı bir heyecan katmış şehre. Şehirde çok fazla asker göreceksiniz. Biz Türk gücü askerleriyle sohbet etme ve fotoğraf çektirme şansına sahip olduk. Ülkemizdeki asker tanımından biraz farklılar nedense. Öğlen yemeğimizi de burada Besimi Restaurant'ta yedik. Menümüzde yöresel köfte, et ve tavuk vardı. Ayrıca meze olarak yöreye özgü kırmızı ve yeşil biber dolması ve turşu vardı. Bu restaurantta çok rahat yemek yiyebilir, çalışanlarla Türkçe konuşarak anlaşabilirsiniz. Oldukça büyük ve renkli bir yer. İçeride bulunan ördekler de size yemek boyunca eşlik ediyor. Prizren'den sonra istikamet başkent Priştina.

Priştina, bağımsızlığın ilanından sonra yeniden inşa ediliyor. Şu anki görüntüsü tam bir şantiye alanı gibi. Şehir, Osmanlı kimliğinden oldukça uzak. Zaten pek çok tarihi eser de harab olup gitmiş. Osmanlı Dönemi'nde yapılan Birinci ve İkinci Kosova Savaşları'nın yapıldığı Kosova Ovası da bu şehrin sınırları içerisinde bulunuyor. Burada gördüğümüz tek cami, tadilatta olan Fatih Camii idi. Onu da ramazan ayına yetiştirmeye çalışıyorlardı ama bence yetişmemiştir. Priştina'da biraz Amerikan hayranlığı var gibi geldi bize. Kaldığımız otelin tepesinde bulunan Özgürlük Heykeli de buna güzel bir örnek olsa gerek. Şehrin ana caddesi trafiğe kapalı ve sağlı sollu cafeler ve barlar, müzik yapan gruplar ve askerlerle dolu. Şehir yine de canlı kalmaya çalışıyor.


Otelimizdeki düğün bizim için büyük sürpriz oldu ama gecenin geç saatlerine dek sürmesi de can sıkıcıydı. Ve artık ayrılık zamanı. Havaalanına gitmeden önce son ziyaret yerimiz Sultan Birinci Murat Hüdavendigar'ın türbesi oldu. Sultan Birinci Murat, Birinci Kosova Savaşı'nın ardından savaş alanını gezerken Sırp genci Milos OBİLİC tarafından hançerlenerek öldürülmüş. Sultan'ın iç organları da şehit edildiği yere gömülmüş. Daha sonra oğlu Yıldırım Beyazıt, burada onun adına bir türbe ( Meşhed-i Hüdavendigar ) inşa ettirmiş. 2005 yılındaki onarımda sonra da bugünkü halini almış. Türbenin bakım ve onarımızı yıllardır Türbedar ailesi yapıyor. Onların kaldığı yer de türbenin sınırları içerisinde. Milos OBİLİC, Sırplar arasında bir kahraman konumunda. Adına bayram dahi düzenlenen OBİLİC'in adını çeşitli yerdeler görebilirsiniz.

Dönüşümüz Priştina havaalanından oldu. Oldukça küçük ama bir o kadar da kalabalık bir havaalanı idi. Neyse ki herhangi bir rötar olmadan dönebildik şehri İstanbul'a. 1 hafta boyunca tanımaya, anlamaya çalıştık Balkanları ve orada yaşayan insanları. Yakın dönemde burnumuzun dibinde gerçekleşen  katliamın kalan izlerini ve açtığı derin yaraları gördük. Hala müslüman kardeşlerimizin kendini nasıl yalnız hissettiğine ve hala nasıl korktuklarına şahit olduk. Bu gezimizden sonra ne kadar doğru bir tercih yaptığımızı bir kez daha kabul ettik. Bizlerin geçmişinden o kadar çok iz taşıyor ki bu şehirler. Ne kadar çok değişim gösterirse göstersin, bazı şeyleri silmek ya da unutturmak mümkün değil.

Herkesin yolunun bir gün Balkanlar'dan geçmesi dileğiyle...

13 Eylül 2010 Pazartesi

12 Dev Adam


Tam bir sene önce bugün yazmıştım 12 Dev Adamımızı. Bize yaşattıkları mutluluk ve gururdan bahsetmiştim. Takım olmanın, birbirine ve zaferlere inanmanın en güzel örneği demiştim onlar için. Peki, Dünya Şampiyonası'nda ikinci olan bu 12 Dev Adam için ne söyleyeceğim şimdi?

İki hafta önce şampiyona başladı. Ülkemizde düzenlenen organizasyonun açılışı bence tam bir fiyasko olsa da şampiyona süreci çok güzel geçti diye düşünüyorum. Dört ayrı ilimizde yapılan grup maçları sonunda son sekize kalan takımlar İstanbul'a geldi. Ve hepimiz için bazen stresli bazen rahat ama dün akşama kadar keyif veren bir süreç geçirdik. 12 Dev Adamımız tarih yazdılar, tarihe çok büyük harflerle not düştüler. Yıllardır yaşamadığımız ve belki de yıllarca yaşayamayacağımız bir mutluluk ve gurur yaşattılar bizlere. 2 hafta önce sadece orada olmak için aldığımız final biletleriyle bu mutluluğu ve gururu orada yaşamak da güzel bir hatıra oldu bizim için.

Sırbistan maçını kolay kolay unutacağımızı sanmıyorum. Ama oldu, biz onları eledik ve ABD takımı ile final oynamaya hak kazandık. Açıkçası ben onları da yeneceğimizden çok emindim. Çünkü herkes gibi ben de bu takıma çok inanıyordum, hala inanıyorum. Ama olmadı. Günümüzde değildik, iyi değildik, şanslı değildik. Pek çok sebep ekleyebiliriz bunlara. Ama sonuçta ABD takımı gerçekten de çok kolay kazandı bu maçı. Özellikle 39 dakika boyunca maçta görev alan Kevin DURANT, tabiri caizse tek başına yendi bizi.

Sinan Erdem Spor Salonu'ndan bahsetmeden geçemeyeceğim. Ortam, tribünler, saha ve görünüm çok güzel. Abdi İpekçi'yi hiç aramadım desem yalan olmaz. Ama tuvaletleri konusunda aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Böyle bir salona bu kadar yetersiz tuvalet! Sonuçta yaşandı ve bitti.

Hepimizin onlarla gurur duyduğuna eminim. Ülkemizin içerisinde bulunduğu şu stresli ve karışık ortamda milyonlarca insanı biraraya getirmeyi başaran tek olay oldu 12 Dev Adam'ın başarısı. Futbolu bile gölgede bırakan bu başarının uzun süre unutulmaması ve her zaman aynı gurur ve heyecanla konuşulmasını dilerim.

12 Dev Adam yani Kerem TUNÇERİ, Hidayet TÜRKOĞLU, Ersan İLYASOVA, Ömer AŞIK, Ömer ONAN, Sinan GÜLER, Semih ERDEN, Ender ARSLAN, Cenk AKYOL, Oğuz SAVAŞ,Kerem GÖNLÜM ve Barış ERMİŞ, harikasınız...


6 Eylül 2010 Pazartesi

Balkanlar'da 6 Ülke Serüveni - Bitola ( Manastır ), Resne

Zaman hızla akıp geçiyor gerçekten de. Turumuzun beşinci ülkesini de bitirmek üzereyiz. Ohrid şehir gezisinden sonra istikametimiz Bitola yani nam-ı diğer Manastır şehriydi. Dönüşte de Resne'ye uğradık tabiki. Bitola gezisi bizim için biraz duygusal geçti diyebilirim. Sanırım her giden biraz olsun mahsunlaşıyordur.

Bitola ( Manastır ), Makedonya'nın Üsküp'ten sonraki ikinci büyük şehri konumunda. Yunanistan sınırına oldukça yakın olan Bitola'da Osmanlı izlerini görmeniz mümkün. Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi'nde " en güzel rum ili " diye bahsettiği Bitola'nın bizim için önemi Mustafa Kemal Atatürk'ün eğitim aldığı Manastır Askeri İdadisi'nin burada olmasından geliyor.  Bitola, tam bir konsolosluklar şehri. 20 tane konsolosluğun bulunduğu şehrin trafiğe kapalı olan Hamidiye Caddesi en çok beğendiğim yer oldu. Hayatın ne kadar canlı olduğunun bir göstergesi bu cadde.


Bitola'yı  bizler için önemli kılan Manastır Askeri İdadisi'ni mutlaka görmelisiniz. Günümüzde müze olarak kullanılıyor. Bahçesinden içeriye adımınızı attıktan sonra başlayan heyecanım binanın ikinci katındaki Atatürk'e özel ayrılmış bölüme girmemle yerini hüzne ve tabiki gurura bıraktı. Bu ödel bölüme girince sağ tarafta bulunan Atatürk'ün o yıllardaki halini gösteren ve balmumundan yapılmış olan heykel Eskişehir Belediye Başkanı Yılmaz BÜYÜKERŞEN tarafından yaptırılmış. Oldukça büyük olan özel bölümde Atatürk ile ilgili pek çok şeyi görebilir, anı defterine bir şeyler yazabilirsiniz. Ayrıca bölümün giriş kısmının ilk duvarında Atatürk'e o yıllarda aşık olan ve ölünceye dek ona aşkı devam eden Eleni KARİNTE'nin Ata'mıza yazdığı mektubu okuyabilirsiniz. 


Gidemeyenler için: "  Çok seneler geçti, ben halen her gün senden haber bekliyorum. Herhangi bir zamanda mektubumu alırsan, beni hatırla. Kağıttaki gözyaşlarımı görebileceksin. Yıllar ve olaylar geçiyor, seninle ilgili çok şeyler konuşuluyor. Mektubumu okurken, başka kadını seviyorsan, mektubumu yırt. Manastırlı Eleni Karinte, bir gün tanıdığı ve aşık olduğu adama bütün ömrünü harcamıştır. Benim seni sevdiğim kadar, o kadını o kadar çok seviyorsan, kendisine hiçbir şey söyleme, senin kadar mutlu olmasını diliyorum. Fakat, balkondaki kızı hatırlıyorsan ve başkasını sevmiyorsan, seni beklediğimi ve ömrüm boyunca bekleyeceğimi bilmeni istiyorum. Döneceğini, beni unutmayacağını biliyorum. Babam vefat etti. Beni senden ayırdığından tam bir yıl geçti, beni eve kapattı ve bir ay çıkmama izin vermedi. Ağladım, biliyorum ki tüm kilitleri ve hapisleri boşuna harcadı.Beni evlendirecekleri adamı sadece bir kez gördüm ve kendisi bana onu sevebileceğimi söyledi. Ben kendisine, 'Hayır, ben sadece ilk aşkımı seviyorum' dedim. Babam beni hiç bir zaman affetmedi ve ben de kendisini affetmedim. O zamanlardaki gibi artık genç ve güzel değilim. Ebediyen seni seven ve seni bekleyen, Eleni Karinte'n.''

Hamidiye Caddesi, şehrin en hareketli caddesi. 3 - 4 katlı binaların olduğu, binaların alt katlarında küçük ama şirin cafelerin ve  Eleni Karinte'nin yaşadığı - hapsolduğu evin yer aldığı caddenin bazı sokaklarında Elveda Rumeli dizisinin çekimleri yapılmış. Balkanların ilk sinemacıları sayılan Makedonyalı Yanaki MANAKİ ve Milton MANAKİ Kardeşler'in çektiği ve çeşitli tarihçiler ve sinemacılar tarafından tarihteki ilk Türk / Osmanlı filmi olarak kabul edilen " Sultan 5. Mehmet Reşat'ın  Bitola Seyahati " adlı film 1911 yılında yine bu cadde üzerinde çekilmiş. Hamidiye Caddesi üzerinde Türk Çarşısı ve Bedesten bulunuyor. Caddenin sonunda ise Büyük İskender'in Anıtı var. Yunanlılar Büyük İskender'in Yunanlı olduğunu ve Makedonya'nın da Yunanistan toprağı olduğunu iddia ediyorlar. Bu iddiayı anıtın hemen başında bizzat 2 Yunanlı genci ısrarlı konuşmalarıyla yaşamış olduk. Bu durum iki ülke arasında savaş çıkaracak kadar ciddi durumda. Çünkü Yunanlılar Makedonya'nın bağımsızlığını tanımıyor. Bu nedenle de Birleşmiş Milletler ülkeyi " Eski Yugoslav Makedonya Cumhuriyeti " olarak tanıyor. Yolun devamında saat kulesini,yeni camii, Haydar Kadı Camii'ni ve 1506 yılından kalma İshak Bey Camii'ni görebilirsiniz. 

Şehrin güzelliği Makedon edebiyatında ve şarkılarında da geniş yer bulmuştur. Manastırla ilgili en meşhur şarkılardan biri “ Bitola Moj Roden Kraj ” yani " Bitola Güzel Memleketim ". Yine Manastırla ilgili Atatürk'ün de çok sevdiği ve Fikriye Hanım'ın piyano ile Ata'mıza çaldığı ( Veda filminde bu sahneyi izlemiştik ) “ Manastır'ın Ortasında Var Bir Havuz ” isimli şarkı da vardır. Sözleri şu şekildedir : 

" Manastır'ın ortasında var bir havuz, canım havuz
  bu köyün kızları hepsi de yavuz
  biz çalar oynarız, aman

 Manastır'ın ortasında var bir çeşme, canım çeşme
 bu köyün kızları hepsi de seçme
 biz çalar oynarız, aman "


Bitola'dan Ohrid'e dönüş yolundaki durağımız Resne. Buraya bizi götüren en önemli eser Resne'li Niyazi Bey Sarayı. Resneli Niyazi Bey, İttihat ve Terakki döneminin önde gelen bir ismidir. Birinci Meşrutiyet'in ilanına neden olan ayaklanmanın lideridir. 1913 yılında, Arnavutluk'tan gemiyle İstanbul'a gelirken kendisi için gönderilen koruma tarafından gemide öldürülünce arkasından meşhur “ Ne Şehittir Ne Gazi, Pisi Pisine Gitti Niyazi ” sözü söyleniyor. Evet, bu meşhur sözde adı geçen Niyazi, Resne'li Niyazi'nin ta kendisidir. Ayrıca " Geyik Muhabbeti " söyleminin de yine Resne'li Niyazi Bey'in dağda bulduğu geyiği beslemesi, İstanbul'a getirip Gülhane Parkı'na yerleştirmesi nedeniyle çıktığı rivayet ediliyor. Resne'li Niyazi Bey'in Sarayı, Fransa'daki Versailles Sarayı'nın bir kopyasıdır.

Ohrid'den ayrılma zamanı geldi, sıradaki şehrimiz Üsküp ve ardından da son ülkemiz Kosova..

5 Eylül 2010 Pazar

Balkanlar'da 6 Ülke Serüveni - Ohrid

Balkanlar serüvenimizin son günleri yaklaşıyor. Bu yüzden biraz hüzünlesek de gördüklerimiz, yaşadıklarımız ve hissettiklerimiz bu hüznümüzü bir nebze de olsa hafifletiyor. Serüvenimizin beşinci ülkesi Makedonya. 1993 yılında Birleşmiş Milletler tarafından bağımsızlığı tanınan Makedonya'nın başkenti Üsküp. Makedonya nüfusunun %60' ı Makedon, %30'u Arnavut, %4'ü ise Türkler'den oluşuyor. Makedonların tamamı Ortodoks, Arnavut ve Türkler ise Müslüman. Sanayinin olmadığı Makedonya'da tarım - hayvancılık ve tütün - üzüm ön planda.

Tiran üzerinden Makedonya'ya geldiğimiz için uzun bir yolculuk sonrası bir an önce otelimize ulaşmanın derdindeydik. Ama Makedonya'ya girdikten sonra böyle bir derdimiz kalmadı. İstikamet Struga üzerinden Ohrid. Her iki şehir de Ohrid Gölü etrafında kurulmuş. Struga'da çok sayıda göl etrafından konumlanmış yazlık evler görmeniz mümkün. Ayrıca burada Ohrid Gölü'nden doğup Yunanistan'a doğru akan Dirim Nehri'ni görmeniz mümkün. Nehir gölden doğduğu için ters akıyormuş gibi bir görüntü oluşuyor.


Ohrid Gölü, Balkanlar'ın en eski ve derin gölü olarak biliniyor. Oldukça geniş bir yüzölçümüne sahip olan göl temiz ve rahatlıkla girilebilir durumda. 30 km uzunluğundaki gölde yaşayan siyah noktalı alabalıkları ise nadir bulunan türden alabalıklar. Gölden adını alan Ohrid şehri ise Makedonya'nın incisi olarak tanımlanıyor. Zaten Ohrid'in incisi çok meşhur. Ama ben pek beğenmedim. Ayrıca orjinal incileri nerede bulabileceğinizi profesyonel veya bilen birilerine sormanızı tavsiye ederim. Aksi taktirde sedef takıları inci diye almanız mümkün. Makedonya'da 1 Euro 62 Denar'a eşit. Rahatlıkla Euro kullanabilirsiniz ama para üstünü çoğunlukla Denar olarak alacaksınız. Şehir ve Ohrid Gölü, UNESCO tarafından dünya mirası listesine dahil edilmiştir.

Bizim kaldığımız otel Ohrid şehir merkezine 10 dakika uzaklıkta, göl kenarında bulunan, dört yıldızlı Metropol Otel'di. Otelin göl kenarında plajının olması nedeniyle rahatlıkla göle girebildik. Gölün ısısının dışarıdan daha sıcak olduğunu belirtmeden geçmeyeyim. Otelin yemekleri de fena değildi. En azından siyah noktalı alabalıklardan yeme şansımız oldu.


Ohrid'e gittiğinizde görmeniz gereken yerlerin başında St. Naum geliyor. Ohrid'e yarım saat uzaklıkta bulunan St. Naum'da bölgenin en önemli azizlerinden St. Naum'un Manastırı bulunuyor. Aracınızdan inip manastıra kadar yürümeniz gerekiyor. Emin olun yürüyeceğiniz yol buna fazlasıyla değer. Bir tarafta Ohrid Gölü, diğer tarafta ise bu göle hayat veren Srno Dirim Nehri var. Ayrıca hediyelik eşya satan insanları, yemek yerlerini ve sokak müzisyenlerini de görebilirsiniz yol boyunca.


St. Naum ve St. Clement, Kiril alfabesini bulan, Slav birer aziz olan St. Kiril ve St. Metodius'un öğrencileriymiş. St. Kiril'in bulduğu Kiril alfabesini tüm Balkanlara yayanlar ise St. Naum ve St. Clementmiş. Ohrid, Hristiyanlık açısından önemli bir merkez konumunda bulunuyormuş. St. Naum bu manastırı 16 y.y. sonunda inşa etmiş. Burada özellikle zihinsel problemi olan hastalara şifa dağıtıyormuş. Manastırın içinde bir de kilise var. St. Naum'un mezarı da bu kilisenin içinde. St. Naum'un mezarının üstüne kulağınızı dayadığınızda eğer iyi bir insansanız kalp atışını duyabileceğiniz rivayet ediliyor. Deneyenlerin olduğunu itiraf etmeliyim. Bir de manastırın girişindeki mozaiği dikkatle incelemenizi tavsiye ederim. Ayrıca " Before The Rain " filminin de St. Naum manastırında çekildiğini de belirteyim.


St. Naum'dan ayrılıp Ohrid şehir merkezini keşfetmeye doğru yola çıkıyoruz. Ohrid şehir merkezi oldukça hareketli ve kalabalık. Şehir merkezinde şehrin koruyucusu olarak kabul edilen St. Clement'in elinde Ohrid şehri ile beraber yapılmış çok büyük bir heykeli var. Yine merkezde çok yaşlı bir çınar ağacı bulunuyor ki buraya Çınar Meydanı denilmekte. Güneşli havalarda bu yaşlı çınarın gölgesine sığınmamak mümkün değil. Buradan göl kenarına doğru yürüyeceğiniz cadde şehrin ana caddesi, bir nevi İstanbul'daki İstiklal Caddesi'nin ufak bir benzeri.


Öncelikle eski Ohrid'i gezeceğiz hem de yürüyerek. Eski Ohrid'de evler beyaz badanalı ve pencerelerinde de dantel perdeleri bulunuyor. Bu nedenle bizlere biraz Safranbolu'yu hatırlatmadı değil hani. Eski Ohrid'in girişinde Türk Konsolosluğu bulunuyor. Buradan biraz yukarı doğru çıkmaya başlayında Ayasofya Kilisesi'ne ulaşabiliyorsunuz. Kilisenin duvarlarındaki resim ve mozaikler geçmişten günümüze dek korunabilmiş. Bunun nedeni ise, Osmanlı buraları fethettiğinde kiliseleri camiye çevirmesi ve tüm bu mozaik ve resimlerin üzerini sıva ile kapatması. Kilise'nin akustiği mükemmel. Bu nedenle burada konserler düzenleniyormuş. Biz oradayken de müzik festivali kapsamında klasik müzik konseri hazırlıkları yapılıyordu.




Ayasofya Kilisesi'nden sonra hedef Antik Tiyatro. Ama buraya ulaşmak için biraz daha dik bir yokuşu çıkmanız gerekiyor. Sıcak havalarda ne kadar zor olacağını tahmin edebilirsiniz. Biz de grupta bazı fireler verdik tabiki. Hatta ben bile bir ara vazgeçecek gibi oldum. Antik tiyatrodan şehri birazcık fotoğrafladıktan sonra yine ufak çaplı bir yokuşa vurduk kendimizi. Yolumuzun üstünde olan Rönesans öncesi ve Rönesans dönemi fresklerle süslü 1295 tarihli Sv. Bogorodica Perivlepta Kilisesi'ni gezdik. Bu kilisede ilk Slav alfabesi ile yazılan yazılar, kilisenin mermer taşlarına kazınmış. Ohrid'de 365 tane kilise olduğu söylenmektedir. Ardından Bizans döneminin en önemli kilisesi olan St. Panteleymon Kilisesi'ni gördük. Burada Balkanlar'ın en eski üniversitesi kurulmuş. Şu anda da kilisenin bahçesinde yapılan kazılarda bu üniversitenin kalıntıları çıkartılıyor. Yine bu kilisenin bahçesinde Fatih Sultan Mehmet in askerlerinden olan Nişancı Sinan Yusuf Çelebi'nin türbesi bulunuyor.


Artık en tepede sayılırız ve göl kenarına doğru inmeye başlayacağız. Ama inişe geçmeden önceki son ziyaretimiz muhteşem manzarasıyla St. John ve St. Kaneo Kilisesi. Nihayet inişe geçtik. Bu kadar yürümenin sonunda nasıl geri döneceğiz derken göl kenarında bizi bekleyen kayıkları görünce sevinmedik değil hani. İnsanları göle girdiğini görüp hayıflanmamıza rağmen 6- 7 dakikalık kayık keyfiyle de avunmayı bildik. Ve artık yemek zamanı. Göl çevresinde ve şehrin ana caddeleri üzerinde pek çok alternatif bulunuyor bu konuda. Biz pizza yemeyi tercih ettik ve İstanbul Pizza'yı denedik. Üzerinde yoğurt sosu olmasına rağmen lezzetli olduğu söylenebilir. Ayrıca yerel birası olan Skopsko denemeye değer. Ama en nihayetinde fiyatların çok uygun olduğunu belirtmeliyim.

Ohrid tek kelimeyle harika bir yer. Bu yüzden hiç bir şeyin yarım kalmasını istemiyorum. Şehir merkezinden sonra istikamet Bitola ( Manastır ) ve Resne'ye doğru ...