30 Ağustos 2009 Pazar

4 Günlük GAP Turu

Bu sene tatillerimizi kültür turlarıyla değerlendirmeye karar verdik. Bu doğrultuda yaptığımız ilk turumuz büyük bir merak ve heyecan içinde gittiğimiz Gap Turu oldu.

23 Nisan tatilinde gitmeye Mart ayının başında karar verdik ve başladık turları araştırmaya. 4 günlük bir tur olacağı için ilk tercihimiz ulaşımın uçak ile olmasıydı. Yaptığımız araştırmalar neticesinde bu turu Jolly Tur ile yapmaya karar verdik.

Rezervasyonumuzu yaptırdığımız günden itibaren her geçen gün artan merak ve heyecanımız İstanbul’ a döndükten sonra yerini hüzün ve özleme bıraktı. Açıkçası oraları anlamak, yaşamak ve anlatmak için 4 gün çok kısa gelmişti. İlk fırsatta tekrar gitme sözü vererek ayrıldık .
23 Nisan sabahı 06.40 uçağıyla Diyarbakır’a doğru uçuşa geçtik. Yaklaşık 1.5 saatlik bir uçuştan sonra artık Güneydoğu Anadolu’da, Diyarbakır’daydık işte. Tur ekibi olarak toplandık ve ilk sabah kahvaltımızı yapmak üzere Diyarbakır’ın merkezinde yer alan kocaman bir Han’a gittik. Han dediğime bakmayın sakın, ortasında kocaman bir avlusu dahi var. 2 katlı hanın her yerinde kahvaltı yapmanız için alternatif yerler var, biz tercihimizi(tur şirketinin tercihi aslında) avludaki işletmeden yana kullandık. Kahvaltı yaptığımız yer Diyarbakır’da Kaleiçi denilen mevkideydi. Buraya Kaleiçi denmesinin sebebi yaklaşık 5 km uzunluğundaki surların iç kısmında kalmasından dolayıymış. Bu surlar , Kalkan Balığı şeklinde şehri çevrelemekte ve dünyanın ayakta kalmış en uzun ikinci surları konumunda yer almaktadır. Kahvaltıdan sonra gezimize İlk İslam Alemi’nin 5. Cami-i Kebir’i olan Ulucami ile başladık. Buradaki mimari yapı ve güneş saati oldukça ilgi çekici idi. Buradan Diyarbakırlı şairimiz Cahit Sıtkı Tarancı’nın müze evine geçtik. Burada hem yazlık hem de kışlık evleri görmek mümkün ve oldukça ilgi çekici duruyorlar. Müze evinde de Diyarbakır’da her yerde olduğu gibi çocuklar bizi yalnız ve rahat bırakmadılar. İki arkadaş oldukça uyumlu bir şekilde şairimizin 35 Yaş Şiiri'ni okuyup gereken alkışı ve bahşişi kopardılar. Diyarbakır’ın en kötü tarafı İstanbul’daki gibi dilenci çocukların sürekli etrafınızda olmaları, bir dakika nefes aldırmıyorlar insana. Karşılaşmadık ama buradaki kapkaç olaylarının İstanbul’dakinden bile fazla olduğu uyarısıyla karşılaştık.Müze evi ziyaretinden sonra çok görkemli olmayan 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamalarının arasından geçerek , Mardin Kapı; Kireçburcu’na gittik. Buradan On Gözlü Köprü ve Dicle Havzası’nı gördükten sonra Hasankeyf’e doğru yola koyulduk.  
Hasankeyf… Onun güzelliğini tarif edebilecek kelimeleri bulmak çok zor. Ilısu Barajı’nın suları altında kalacağını bilmek Hasankeyf’e bir kez daha gitmemizi şart koşuyor. Hem kendi rehberimizden hem de orada yaşayan çocuk rehberlerden Hasankeyf’in ,oradaki mağaraların, darphanenin, Efsunlu kapının, Uzun Hasan’ın oğlu Kör Zeynel Türbesi’nin, bir zamanlar Anadolu’daki en büyük köprü olan ama şu anda taş kalıntıları halinde olan tarihi Taşköprü’nün ,Ulu Cami’nin hikayesini dinleyerek, boynuz kulağı nasıl geçermiş öğrendik. Efsunlu Kapı’dan geçince insanı akrep sokmaz ama yılan sokarmış. Buradaki mağara evlerin bazılarının pencereleri mavi renge boyalı; bunun nedeni akrebin maviyi kırmızı renk olarak görmesi, kırmızıyı da ateş olarak algılamasıymış. Dicle Nehri kenarında öğlen yemeğimizi yedikten sonra Turabidin Bölgesi’nin kalbi Midyat’a doğru yola çıktık. Hasankeyf’ten oldukça buruk ayrıldık, açıkçası doyamadık. Diyarbakır’daki çocukların aksine buradaki utangaç, ürkek çocuklar bizi fazlasıyla duygulandırdı. Onların istediği okumak için kalem, kitap, defter parasıydı. Hasankeyf’te bir ailede en az 8 çocuk bulunuyormuş, ki bu sayı orası için çok çok azmış. Küçük, kendi halinde ama tarih dolu Hasankeyf’i geride bıraktık ve yola koyulduk.

Midyat; Süryani cemaatinin en önemli yerleşkesi, Süryani ustalarının elleriyle ince ince işlediği Telkari Sanatı’nın anavatanı. Burada görebileceğiniz tek yer Midyat Konuk Evi olduğu ve buraya kadar gelmişken telkari sanatının örneklerinden almadan gitmek olmaz dediğimiz için kısa süreli de olsa alışverişe başladık. Ayrıca Tarihi Midyat Gelüşke Hanı’nda Süryani Şarabı’nın tadına bakmayı da ihmal etmedik. Biz iki şişe aldık, içimi kolay bir şarap, tavsiye edebilirim.

Midyat’tan ayrıldıktan sonra istikamet, gece gerdanlık gündüz mezarlık diye tabir edilen , oldukça mistik ve insanı içine çeken bir havaya sahip olan Mardin… Mardin’e güneşin batımına yakın geldiğimiz için önce şehrin tam karşısından onu izleme ve fotoğraflama zamanı. Aslında o bizim bildiğimiz, fotoğraflarda gördüğümüz yere Eski Mardin deniliyor. Onun aşağı kısmına Yeni Mardin kurulmuş ki o da sıradan, bildik tüm şehirlerden farksız. Seyrine daldığımız manzaranın bir tarafı gece gerdanlık Mardin, bir tarafı ise uçsuz bucaksız bir deniz gibi görünen Mezopotamya Ovası. Güneşin oradan batışını bir kez daha görmeyi isteyeceğiniz kadar muhteşem bir manzara. Daha sonra Yeni Mardin’deki Yay Grand Otel’de dinlenmeye çekildik. Mardin’e gidecek herkese şiddetle tavsiye ediyorum bu oteli. Açık büfe akşam yemeğinde fazlasıyla yöresel yemekleri bulabileceğiniz, oldukça temiz bir otel.


Ertesi sabah erkenden tur programının dışına çıkarak Nusaybin sınırına 2 km mesafedeki Dara Köyü’ne gittik. Burada yapılan kazı çalışmalarında öyle şeyler ortaya çıkmış ki, inanamadık. Yüzyıllar önceki şehrin atık suyunu ve şehre temiz suyu taşıyan su kanalları, yerin altında metrelerce derinlikteki mahzen tarzı yerler, taş yığınları arasında kalmış yüzyıllar önceki şehir kalıntıları… Görülmesi gereken yerlerden bir tanesi. Dara’dan Mardin’e geri dönerken Süryani’lerin merkezi sayılan Deyrülzafaran Manastırı’nı ziyaret ettik. Burada 7 tane papazın mezarı, vaftiz ve ayin odaları ile ayrıca Güneş (Sin) Tapınağı bulunuyor. Bu tapınağın özelliği, merdivenlerle indiğiniz tapınakta üstünüzde kalan tonlarca ağırlıktaki taşların arasında hiçbir şeyin bulunmaması, birbirlerine yapışık vaziyette olmaları. Bunu duyunca kendimizi bir an önce dışarı atmak istediğimizi çok iyi hatırlıyorum Buradan dönüşte Kasımiye Medresesi’ne uğrayıp, oradaki incecik bir suyun kocaman bir havuza dökülmesinin, insanın ana rahmine düştükten sonra büyüyerek olgunlaşmasıyla son bulmasının özdeşleştirilme hikayesini dinledik. Çıkışta kısa ama oldukça ıslatan bir yağmura yakalanarak Mardin’in dar sokaklarını gezmek için yola koyulduk.

Mardin’in merkezinde görebileceğiniz en güzel yerler meşhur, dar ve çıkmaz sokakları, abbaraları( aynı ailenin farklı parsellerini ve sokaklarını birbirine bağlayan geçitler) . Bütün sokaklar birbirine o kadar çok benziyor ki insan kendini bir labirentin içinde zannediyor. Mardin Ulu Cami, PTT Evi, Zinciriye Medresesi, Şehidiye Cami, Mardin Müzesi (sadece dışı çok güzel)görmeniz gereken yerlerin başlıcaları. Mardin’i bu kadar anlatmışken yemek kültürlerine değinmeden geçmek olmaz. Mardin’in en güzel yemeklerinden biri bulgur pilavı. Ama bildiğimizden biraz farklı ; mısırlı, kekikli falan. Bir de türlüleri var, o da nefis bir şey. Yemek deyince Cerciş Murat Konağı’ndan bahsetmeden Mardin’den ayrılmak olmaz. Fazlasıyla rağbet gören bir yer, genelde rezervasyonla gidiliyor olsa da biz o gün şanslıydık , yer bulabildik. Böyle bildik bir yere gidince fazlasıyla leziz yemekler yiyebiliyor insan ama beklemeye sabredebilirsen. Biz sabırlıydık ve gerçekten de sabrımızın karşılığını aldık.
Artık Mardin’den ayrılma vakti geldi, turumuzun en uzun yolculuğunu yapmak üzere yola çıktık, istikamet; Şanlıurfa. Akşam saatlerinde geldiğimiz için sadece kısa bir şehir turu ve Balıklı Göl ziyaretini yaptık. Şehir merkezi için güzel bir yer Balıklı Göl ama sadece o kadar. Akşam tur şirketimizin ayarladığı, Gülizar Konukevi’ndeki Sıra Gecesi fazlasıyla fiyaskoydu ama hiçbir şey bu muhteşem gezimize gölge düşüremeyecekti. Unutmadan sıra gecelerinin vazgeçilmezi Çiğköfte ve Şıllık (yöreye has, krep e benzer bir hamurun arasına ceviz konularak dürüm yapılması ve şerbetlenmesiyle yapılan bir tatlı) yemeyi ihmal etmeyiniz.

Şanlıurfa ‘dan sabah erken saatlerde ayrılıp adı “Yolların Kesiştiği Yer” anlamına gelen Harran’a doğru yola koyulduk. İlk İslam Üniversitesi’nin bulunduğu, 5000 yıllık bir geçmişe sahip Harran’da Ulucami ve yöreye özgü Harran Konik (Karınca) Evleri 'ni görmek oldukça heyecan vericiydi. Yöreye özgü kıyafetlerle resim çektirmeyi unutmadık tabiî ki. Harran ile ilgili kısa bir bilgi aktarmak istiyorum. Harran’da töre cinayetlerinin oldukça azaldığı, başlık parasının 40.000,-TL civarında olduğu (sarışın isen bu rakam 70.000,-TL ye kadar çıkıyormuş) , 7 tane aşiretin yer aldığı, çoğunlukla kadınların değil erkeklerin çalıştığı (hatta kadınlar evde Seda Sayan’ı, Binbir Gece’yi ve magazin haberlerini izliyormuş) , çok fakir görünmelerine rağmen oldukça varlıklı oldukları bize söylendi. Aslına bakarsanız oralar hala bizim televizyonlardan gördüklerimiz gibi değil, belli ki milenyum çağına Harranlılar da ayak uydurmuş.
Harran’dan ayrılıp doğruca gövde büyüklüğü dünyada 4. olan ve Gap’ın en büyük barajı olma özelliğine sahip Atatürk Barajı’na gittik. Görünce heyecanlanmamak mümkün değil, her Türk’ün gurur duyması gereken bir baraj. Ama keşke bu barajı yapmak için o canlar feda olmasaydı.


Atatürk Barajı’ndan ayrıldıktan sonra hedef Adıyaman. Şehir küçük ve kendi içine kapalı , Malatya ilimizle paylaşamadıkları Nemrut Dağı dışında pek bir özelliği ve ayrıcalığı olmayan bir şehir. Kahta’dan geçerek ulaşabileceğiniz Nemrut Dağı’na giderken yolunuz üzerinde bulunan Karakuş Tümülüsü, Cendere Köprüsü görülmeye değer yerler.

Ama asıl hedefimiz 2150 metre yüksekliğindeki Nemrut Dağı ve gidiş yolumuz fazlasıyla heyecan verici ve uzun. Dağın araçla gidilebilecek en yüksek yerine arabalarla çıktıktan sonra bizi o karlı ve soğuk hava koşullarında 20 dakikalık bir yürüyüş bekliyordu. Ama belirteyim 15,-TL yi veren eşekle de çıkabiliyor.
Hava oldukça soğuk, basamaklar engebeli ve buzlu olmasına rağmen korkmadan ve heyecanla çıktık dağın zirvesine. Sonuç biraz hayal kırıklığı olsa da oraya yolu düşen düşmeyen herkesin muhakkak oraları görmesi gerekiyor bence.
Burada Zeus Oramastes, Apollon Mithras, Herakles Artagnes, Kommagene, Koruyucu Aslan ve Kartallar olmak üzere 7 tane heykel mevcut. Bedenleri yukarıda , kafaları ise ayaklarının dibince yer almakta. Nemrut Dağı’nın doğu ve batı olmak üzere iki tane de terası var. Biz kar nedeniyle sadece Doğu terasını görebildik ve maalesef güneşin batışını göremedik. Ama diyorlar ki Nemrut Dağı’na güneşin doğuşunu seyretmek için çıkmak lazımmış, burada güneş çok farklı doğuyormuş. Biz de söz verdik, bir dahaki sefere güneşin doğuşu için tekrar geleceğiz buralara.
Gezimizin sonuna yaklaştığımız için üzgün bir Pazar sabahına uyandık. Yolculuğumuz siyah gül denince akla ilk gelen yer, Fırat Nehri üzerine kurulan Birecik Barajı’nın suları altında kalan Halfeti’ye doğru. Gidiş yolumuz oldukça uzun ve sarsıntılı geçse de vardığımız yer tüm bu yorgunluğa değecek kadar harikuladeydi. Kocaman bir köyün sular altında kalmış olmasına üzülmekle beraber ortaya çıkan manzaraya hayran olmamak mümkün değil. Baraj sularının altında kalan köye gitmek için Halfeti’den tekneye binmek ( gidiş dönüş yaklaşık 20 dk ve tur fiyatı 40,-TL) gerekiyor. Her daim tekne bulmanız mümkün. Tur süremiz uygun olmadığı için maalesef biz tekne turu yapamadık, bu da fazlasıyla içimizde kaldı. Halfeti denince akla gelen siyah güllerden bulmamız mümkün oldu. Bir fidanını 10,-TL ye satıyorlar. Biz alırken fidan henüz tomurcuklanmış, açmamıştı. 15-20 güne kadar açar dediler. 1 ay sonra açtı ama bordo renkte açtı. Oysa ki ne zorluklarla getirmiştim onu İstanbul’a kadar. Halfeti’de insanların yaşadığı yerde de su altında kalmış birkaç yer görebiliyorsunuz ama resimlerde gördüğümüz su içindeki cami minaresini görmek için muhakkak tekne turu yapmanız gerekiyor. Muhakkak tekne turu yapın!!!
Halfeti’den ayrılıp Kelaynakları ile ünlü Birecik’e doğru yola çıktık. Kelaynaklar oldukça çirkin bir kuş türü ama yine de ilginizi çekecektir. Şu anda Birecik’te yaklaşık 90’a yakın kelaynak var. Kocaman bir taş duvarda her kelaynak için ayrı ahşaptan yapılma yuvalar mevcut. Kelaynakların da tek eşli olduğunu, eşi ölen kelaynağın bundan böyle çiftleşmediğini orada öğrendim. Göç mevsimi döneminde avcıların kurbanı oldukları için şu anda göç etmelerine izin verilmiyor, üremeleri için çaba sarfediliyor.
Birecik’ten ayrılıp Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin Paris’ine, en büyük sanayi şehrine, fıstığı ve baklavası ile ünlü Gaziantep’e gittik. Gaziantep’te ilk durağımız Zeugma’dan çıkan mozaiklerin sergilendiği Arkeoloji Müzesi. Müze oldukça büyük. Girişte sağ tarafta Zeugma’nın tamamını görebileceğiniz maket gibi bir şey var. Burada mozaiklerin ufak hallerini görebilirsiniz. Sol tarafınızda ise satış yeri mevcut. Burada ağırlıkla t-shirt, bardak, kartpostal, büyük boy resimler, vb. şeyler bulabilirsiniz. Bunların çoğundaki ana resim meşhur Çingene Kızı Mozaiği. Müzeyi gezerken mozaiklere hayran kalmamak mümkün değil. Ama keşke mozaiklerin tamamına sahip çıkabilseymiş, onların çalınmasına izin vermeseymişiz. Koca bir mozaiğin %90’ı yok mesela. Çok yazık! Müzenin deposunda pek çok mozaik olduğunu öğrendik henüz hiç sergilenmemiş. Bu nedenle müzeyi büyütme kararı almışlar. Böyle bir müzenin İstanbul’da da olmasını çok isterdim ama yine de en çok Güneydoğu Anadolu Bölgemize yakışıyor bu hazinelerimiz.
Gaziantep oldukça büyük bir şehir ve diğer şehirlere göre oldukça modern. Özellikle sanayinin burada gelişmiş olduğunu düşünürsek normal bir durum aslında. Burada ilk işimiz yemek Ve buraya gelen hemen hemen herkesin gittiği en güzel yerlerden birine, İmam Çağdaş Kebap ve Baklava’ya gittik. İçerisi tahmin edildiği üzere çok kalabalık, yer bulma telaşımızdan sonra ilk işimiz baklava kuyruğuna girmek oldu. Buranın kuru baklavası meşhur, insanlar deli gibi baklava alıyor. Biz de o delilerden biri olduk sayılır. Menümüzde; Antep usulü lahmacun, acılı ezme, karışık ızgara kebap, kuru biber-patlıcan dolması ve tabiî ki fıstıklı baklava vardı. Bundan 15 sene önce ilk kez Gaziantep’e gittiğimde yediğim lahmacundan sonra ,buralarda yediğim hiçbir lahmacunda aynı tadı bulamamıştım. 15 sene sonra da bu düşüncemde ne kadar haklı olduğumu bir kez daha gördüm. Yedikçe doyamayacağınız türden bir lahmacun bu. Ve baklavası, tek kelimeyle mükemmel. Benim gibi tatlı düşkünü olmayan birisi bile 3 dilim yiyebiliyorsa, tatlı düşkünü biri kaç tane yiyebilir.
Yemek sonrası Bakırcılar Çarşısı’nın içinden geçerek Tahmis Kahvesi’nde Gaziantep’in meşhur Melengiç Kahvesi’ni içtikten sonra tabiî ki Antep fıstığı, bakır cezve, bakır sahan, acı biber salçası, isot alışverişlerimizi yaptık. Farklı tatlara pek açık değilseniz Melengiç Kahvesi’ni içmemenizi tavsiye ederim. Tadı biraz fazla mayhoş ve tatsız.
Gaziantep’te son durağımız Sedefçiler Çarşısı. Her yerde sedef kakmalı eşyalar olunca insan afallıyor bir anda. Koltuklar, aynalar, kutular, kültablaları, çerçeveler… Hele bir de nasıl yapıldığını dinleyip, biraz olsun izleyince onlara duyduğumuz saygımız biraz daha artıyor. Oradan da ufak bir hatıra alıp dönüş yolcuğu için Adana’ya doğru yola çıktık. Akşam üstüne yakın saatlerde Adana’ya geldiğimiz için çok fazla gezme şansımız olmadı. Sadece Ulu Cami ve Hacı Ömer Sabancı Camii’ni görebildik. Hacı Ömer Sabancı Camii, Seyhan Nehri’nin kıyısında, oldukça büyük ve ihtişamlı , Adana’nın sembolü haline gelmiş bir cami.

Ve gezimizin sonu, Adana’dan uçakla İstanbul’a geri dönüş… 4 gün boyunca gördüğümüz her yerin, yaşadığımız her anın , paylaştığımız her şeyin, yediğimiz her yemeğin tadı damağımızda kalarak geri döndük. Dünya gözüyle oraları görmenin, farklı insanları, kültürleri tanımanın ve kısacık da olsa oralarda yaşamanın verdiği mutlulukla geri döndük. Bu kocaman ve kalabalık şehirde kendi halimizde yaşarken, oralarda minik bir eli tutmanın, onu ufacık şeylerle mutlu etmenin ne büyük mutluluk olduğunu hissederek geri döndük. Ama en önemlisi ilk fırsatta tekrar gideceğimize söz vererek geri döndük. En kısa zamanda görmeniz dileğiyle…

Merhaba...

Sadece paylaşmak istediğim için hazırladım bu bloğu. Gezip gördüklerim, yiyip içtiklerim, dinleyip mest olduklarım ya da o an geçip gidenler, izleyip korktuklarım, ağladıklarım ya da güldüklerim, okuyup düşündüklerim ya da rafa kaldırdıklarım bende kalmasın diye paylaşmak istiyorum. Düşüncelerim, beynimde ya da dilimde, konuşma sırasında söylenip yok olan cümleler olarak kalmasın diye yazmak istiyorum. Dedim ya sadece paylaşmak için buradayım. Umarım anlatmak istediklerimi doğru şekilde, doğru zamanda ve doğru yerde anlatabilirim...