20 Nisan 2010 Salı

Festivalin Son Filmleri

Ne zaman başladı ve ne zaman bitti 29. Uluslararası Film Festivali anlamadık açıkçası. Tadı damağımızda kaldı desek yeridir. Mümkün olduğunca çok film seyretmeye çalıştık ve fena sayılmayız bu konuda. Ama gerçekten de çok başarılı ve etkileyici filmleri seyretme şansı bulduk eşimle.


İşte bu filmlerden beş tanesinden bahsetmek istiyorum. İlki Güney Kore - Fransa yapımı    " Yepyeni Bir Hayat " ( Une Vie Toute Neuve ) isimli film. Babasına oldukça düşkün olan 9 yaşındaki kız çocuğu Jin-hee, babası tarafından veda bile edilmeden bir yetimhaneye bırakılır. Buraya alışmayı ve burada yaşamayı başlangıçta reddetse de zamanla buraya alışır, yeni arkadaşlar edinir. Dünya'nın her yerinden aileler bu yetimhaneye gelip evlat edinmektedir. Diğerleri gibi Jin-hee'nin de kaderi böyle olacaktır ve onun yolculuğu Fransa'da son bulmuştur.

9 yaşındaki bir kız çocuğunun terkedildiğini anladığı an verdiği bildik tepkilerin dışında bu kız çocuğunun yaptıkları, düşündükleri ve söyledikleri gerçekten çok etkileyiciydi. Küçük kız çocuğuna hayat veren minik oyuncunun performansı taktire şayandı. Filmden hiç kopmadan, tek solukta izlediğimiz bu film umarım ülkemizde gösterime girer. Filmin yönetmeni Koreli Ounıe Lecomte'nin de çocukken evlat edinilerek Fransa'ya götürüldüğünü de belirtmeliyim. Filmde yönetmenin hayatından esintileri de görmüş oluyoruz böylece. Yepyeni Bir Hayat, dünyada pek çok ödüle layık görülmüş. Hepsini hakettiğini düşünüyorum.


" Islık Çalmak İstersem, Çalarım " ( Eu Cand Vreau Sa Fluier, Fluier ), bir Romanya - İsveç ortak yapımı film. Islahevinden çıkmasına 7 - 8 gün kalan Silviu'nun bu son günleri çocuğu gibi yetiştirdiği kardeşini İtalya'ya götürmek için geri dönen annesinin gelmesiyle epeyce uzamıştır. Annesiyle yüzleşmesinin ardından aldığı kritik karar her şeyi bir anda değiştiriyor. Aşık olduğu görevliyi rehin alarak kardeşinin orada kalmasını sağlamaya çalışan Sİlviu için zaman giderek daralıyor. Oldukça sürükleyici ve etkileyici bir başrol oyunculuğu. Henüz lise öğrencisi olmasına rağmen çok başarılı bir performans gösteriyor. Yönetmen Florin Şerban'ın ilk filmi olmasına rağmen ödüllere sahip bir film olması en dikkat çekici özelliklerinden bir tanesi.


İsveç'li yazar Stieg Larsson'un " Milenyum Üçlemesi " isimli kitabı tüm dünyada satış rekoru kırmıştı. Yazar 2004 yılında öldüğü için malesef bunu göremedi. Bu üçlemenin Türkçe'ye çevrilen ilk kitabı " Ejderha Dövmeli Kız " ( Man Som Hatar Kavinnor )sinemaya uyarlanmış ve İskandinavya'da izlenme rekoru kırmış. Festival kapsamında seyretme şansı bulduğumuz film tek kelimeyle muhteşem. Film, hapishaneye girmek üzere olan gazeteci ile ona yardımcı olan asosyal, uyumsuz ve dövmeli hacker kızın yıllar önce ortadan kaybolan bir kızın izini sürmelerini, bu sırada ortaya çıkardıkları bir dizi cinayeti ve sonrasında değişen hayatlarını anlatıyor.

Filmde bazı sahneler insanı rahatsız etse de bazı duyguları ve tepkileri anlamamıza yardımcı oluyor. Oyunculuklar çok başarılı. Hikayenin akışı ve sürükleyiciliği harika. 150 dakikalık filmi bir an bile gözünüzü kırpmadan izleyebilirsiniz. Sinemalarda gösterime girerse gişe rekorları kıracağına eminim.


Anlat Şehrazat " ( Ehky Ya Schahrazad ); Mısır yapımı olan film ülkesinde gişe rekorları kırmış ve izleyicilerin favorosi olmayı başarmış. Aldığı ödüller bu başarısının gerçekliğini göstermeye yetiyor açıkçası. Anlat Şehrazat, oldukça cesur ve tartışma yaratacak türden bir film olmuş. Mısır erkeğini, medyanın gücünü ve Mısır toplumundaki yozlaşmayı irdeleyen bir film.

Politik konularda şov programı yapan Hebba, kocasının baskısı ile toplumsal konulara eğilir ve kadın programları yapmaya başlar. Karşılaştığı kadınlar ve onların hikayeleri gerçekten de çok ilginç ve üzücü. Toplumda baskı gören, hor görülen ve aşağılanan kadınların buna karşı çıktıklarında yaşadıkları şeylerin insanı etkilememsi mümkün değil. Trajikomik olan ise Hebba'nın da aslında bu kadınlardan biri olduğunu öğrenmesi. Filmdeki tüm oyunculuklar gerçekten de müthiş. Özellikle de toplumsal bir gerçeği başarılı bir şekilde irdelemesi filmi daha da izlenir bir hale getirmiş.


Ve bizim için festivalin son filmi; " Hücre 211 " ( Celda 211 ). İspanya - Fransa ortak yapımı film 2010 Goya " En İyi Film " ödülü başta olmak üzere toplam 8 dalda ödül aldı. Festivalin en iddialı ve iyi filmlerinden biri bence. Konusuna gelince; Hapishanede gardiyan olarak göreve başlayacak olan Juan Oliver, hapishaneyi tanımak için bir gün önce işe gelir. Hapishanedeki gezi sırasında kafasına düşen beton parçası yüzünden bayılır ve 211 nolu hücreye götürülür. O sırada çıkan ayaklanma nedeniyle orada mahsur kalan Juan, kendine geldiğinde artık mahkumların arasındadır ve hayatta kalmak için o da artık bir mahkum olmak zorundadır.  Gerilim ve şiddet film boyunca maksimum seviyede tutulmuş. Genel olarak kendinizi o hapishanede hissetmemeniz mümkün değil. Verdiği siyasi ve insan hakları ile ilgili mesajlar kesinlikle yerli yerinde ve etkili bir şekilde kullanılmış. Yine nefeslerin tutularak izleneceği bir film çıkmış ortaya.

Birbirinden farklı beş ayrı film. Hepsinin ortak özelliği başarılı oyunculukları ve akıcı hikayeleri. Herkesin muhakkak görmesi gerektiğini düşündüğüm filmler. Artık Hollywood filmlerinden iyice uzaklaşıyoruz eşimle. Umarım festivalde gösterilen bu ve benzeri diğer fimlerin hepsi ülkemizde gösterime girer. Şanslı kişiler sadece festivale bilet alabilen belli sayıdaki insanlar olmasın.

Seyretme şansı bulabilmeniz dileğiyle...


18 Nisan 2010 Pazar

Öz Kilis Kebap & Lahmacun Salonu

Etrafımdaki insanlara Karadenizliyim dediğimde genelde pek inanmıyorlar bana. Ne tipim ne de damak zevkim yansıtmıyor çünkü Karadenizliliğimi. Ama en çok da damak zevkim yansıtmıyor bu durumu. Gaziantep'li eniştem sayesinde tanıştığım Güneydoğu Anadolu ve özellikle de Gaziantep Mutfağı her zaman ilk tercihim olmuştur. Uzun zamandır eşimle gitmek istiyorduk Öz Kilis Kebap & Lahmacun Salonu'na. Kısmet olmadı, biz unuttuk, erteledik derken bugün gidebildik Fatih'e ve Öz Kilis'e.

Önce yerini tarif etmekle başlayayım. Edirnekapı - Fatih istikametinde, Yavuz Selim Otobüs Durağı'nda inmeniz gerekiyor. Bu durağın hemen arkasındaki yoldan aşağıya doğru yürüyüp ilk sağdaki sokağa döndüğünüzde, Fatih Kız Öğreci Yurdu'nun tam karşısında göreceksiniz bu mekanı. Kendi arabanızla gelirseniz cadde üzerinde İspark'a ya da buraya yakın bir sokağa arabanızı bırakabilirsiniz. Mekanın otopark'ı bulunmuyor çünkü. Çok büyük bir yer değil, oldukça sade ve gösterişsiz. Ama her zaman birileri muhakkak bulunuyor. Sohbetimiz sırasında öğrendik ki özellikle akşam 16.00'dan sonra kalabalıklaşıyormuş mekan.

Öz Kilis, 1953 yılında Sirkeci'de kurulmuş ve sonra Fatih'teki bu yere gelmiş. Mekanın sahipleri oldukça sıcak ve hoş sohbet insanlar. Aynı şekilde çalışan garsonları da öyle. Yediğiniz her şeyin ne olduğunu, nasıl yapıldığını, içerisinde nelerin olduğunu, yemeklerin en büyük özelliklerini ve merak ettiğiniz başka şeyleri sorup öğrenmeniz mümkün.


Çok fazla şeyin tadına bakabilmek için menümüzü biraz geniş tuttuk biz. Önce Lebeniye Çorbası içtik. Nohut, et, buğday, nane ve yoğurttan yapılan Lebeniye gerçekten de çok başarılı. Ardından birer tane sarımsaklı lahmacun yedik. Sarımsaklı olduğunu duyunca insan biraz tereddüt etmiyor değil. Ama sonuç tek kelimeyle harika. Yaklaşık 15 sene önce Gaziantep'te yediğim lahmacunun tadını yıllar sonra burada aldım desem yalan olmaz. Sonra birer içli köfte ama kızartma olanından ve son yemeğimiz Adana Kebabı ve  Küşneme ( kuzu şiş ) oldu. Bunların yanında Gavurdağı Salatası ve koca bir sürahi ayranı unutmadan tabiki.


Küşneme'yi ağzınıza ilk attığınızda aldığınız tadı kolay kolay unutamayacağınıza eminim. Keza Adana Kebap için de benzer şeyleri söyleyebilirim. Her ikisinin de en büyük özelliği Zahter ile soslanmış olmaları. Kebapların yanında gelen Frig Pilavı'ndan bahsetmeden geçemeyeceğim. Bildiğimiz bulgurdan biraz farklı, daha irice. Ama bu bulgurun en önemli özelliği sahip olduğu hafif bir is kokusu. Bu kokunun nedeni ise, bulgurun daha sütlü iken yakılmasıymış. Kebabın yanında yememek mümkün değil pilavı. Ve bu yemeklerin üstüne tatlı yememek olmaz deyip bir tane de künefe istedik. Sonuç yine muhteşem. Peyniri ve tadı mükemmel ayarlanmış. Biraz ağır bir tatlı olan künefeyi rahatlıkla tek başınıza bitirebilirsiniz.


Öz Kilis'de denenebilecek pek çok şey var. Kilis Tava, Halep Tava, Kuru Biber - Patlıcan Dolması, Soğanlı Lahmacun, Haşlama İçli Köfte bunlardan bir kaçı. Bir sonraki ziyaretimizde de bunları deneyeceğiz tabiki. Ama yine aynı zevki ve lezzeti alacağımızdan şüphem yok. Mekanın bu lezzete karşılık fiyatları da oldukça uygun. İki kişi yaklaşık 45,-TL ödedik. Bu arada mekanın müdavimi ünlüleri her an orada görmeniz de mümkün.

Kendi reklamını oraya gelen insanların yaptığı bir mekan Öz Kilis Kebap & Lahmacun Salonu. Her giden memnun olduktan ve onlar da bu lezzeti bozmadıktan sonra daha çok adından söz ettireceğine eminim.

Bilenlerin bir daha gitmesi, bilmeyenlerin ise bir an önce gidebilmesi dileğiyle...

Öz Kilis Kebap & Lahmacun Salonu
Hırka-ı Şerif Cad. Bedrettin Simavi Sk. No:5
Yavuz Selim - Fatih / İSTANBUL

Tel: 0212 523 44 57 / 523 74 11

14 Nisan 2010 Çarşamba

Büyük Oyun / A Step İnto The Darkness - Atıl İNAÇ


29. Uluslararası Film Festivali'yle beraber buradaki film yazıları sıklaşmaya başladı. Ama filmler güzel olunca paylaşmamak olmuyor. Yine tercihimiz son zamanlarda olduğu gibi Türk filminden yana oldu. Konusunun ne olduğunu bilmeden gittiğim filmlere bir yenisi eklendi. Peki sonuç? Tek kelimeyle harika...

Yönetmen Atıl İnaç'ın ikinci uzun metrajlı filmi " Büyük Oyun ". İlk filmi " Zincirbozan ". İzlemedim ama ilk fırsatta izleyeceğim. Yapımcılığını Ayfer Özgürel ve Avni Özgürel'in yaptığı film, Irak'taki  savaşın ardından Irak'ta çekilen ender filmlerden bir tanesi. Ağırlıklı Irak - Musul - Erbil dolaylarında çekilen filmin bir kısmı da Urfa - Malatya ve İstanbul'da çekilmiş. Oyuncular arasında tanıdık sanatçılar var ama filmdeki Cennet karakterini canlandıran Suzan Genç, sinema perdesi için oldukça yeni bir yüz. Ama filmdeki performansından sonra onu daha sık göreceğimizi düşünüyorum.

Büyük Oyun, ABD askerlerinin Irak'ı işgal sürecinde direnişçileri yakalamak için operasyon düzenleyerek baskın yaptığı köyde tüm ailesini kaybeden Iraklı Türkmen Cennet'in hikayesini anlatıyor. Köyden ayrılarak başlayan yolculuk, Cennet'i abisini bulmak ümidiyle İstanbul'a kadar getiriyor. Bu yolculuk ve savruluş sırasında Cennet'in yaşadıkları bizlere bazı şeyleri tekrar hatırlatıyor. Kaybedecek hiçbir şeyi kalmayanların, tutunacak bir umudu olmayanların bazı zamanlarda aslında ne kadar tehlikeli olabileceğini gösteriyor. Çaresizlik, güçsüzlük, yalnızlık, korku, öfke, şiddet, yalan, ölüm, umut, özlem ... Film daha pek çok şeyi anlatıyor aslında bize. Bunlar sadece bir kaç tanesi.

Suzan Genç'e değinmeden geçemeyeceğim. Cennet karakterini çok başarılı bir şekilde canlandırmış. Özellikle yakın plan çekimlerde gözlerindeki dehşet ve korku çok net görülebiliyordu. Cennet'in yaşadıklarını gerçekten yaşamış gibiydi kısacası. Ankara Film Festivali'nde " Umut Veren Yeni Kadın Oyuncu " ödülü alması da başarısının bir göstergesi. Büyük Oyun filmi de ödüllü filmlerimizden. San Fransisco Tiburon Film Festivali, Kerala Uluslararası Film Festivali ve Montreal Film Festivali'nde " En İyi Film " ödüllerini aldı. İstanbul Film Festivali'ndeki gösterimi bir nevi filmin Türkiye'deki prömiyeri oldu.

Güzel ve başarılı işler çıkarmak büyük emek istiyor. Filmin sonunda bu filme verilen emeğin büyüklüğünü daha iyi anlıyor insan. Yaşananlara farklı bir yerden bakılmış filmde. Kesinlikle görmeye ve göstermeye değer olmuş Büyük Oyun.

Seyredebilmeniz dileğiyle...


12 Nisan 2010 Pazartesi

Madeo ( Mother ) - Bong Joon-Ho


Sinemalarda vizyona giren filmlere şöyle bir bakarsak büyük çoğunluğunun Hollywood filmleri olduğunu görüyoruz. Aralarında istisnalar olsa da çoğu birbirinin tekrarı ya da benzeri. Zaten oynayan oyuncular da hemen hemen aynı kişiler. Bir kısır döngü kısacası. Film festivalleriyle bu kısır döngünün çok dışına çıkabiliyoruz neyse ki. Bazen aklımıza gelmeyecek bir ülkenin filmi ya da hiç bilmediğimiz bir oyuncunun performansı bizi kendisine hayran bıraktırıyor. Yazılan senaryolar, çekilen görüntüler, filmlerdeki müzikler... Farklı ve başarılı filmleri görmek mümkün oluyor festivaller sayesinde.

29. Uluslararası İstanbul Film Festivali sayesinde böyle nitelendirebileceğim bir filmi seyretme şansı buldum: Salinui Chueok ( Memories of Murder ) ve Gwoemul ( The Host ) filmleriyle kendisine oldukça sağlam bir yer edinmiş olan yönetmen Bong Joon - Ho'nun 2009 yapımı filmi Madeo ( Mother ). Güney Kore filmlerini seviyorum. Klişelerden uzak, başarılı oyunculuklara sahip ve sıradışı oluyor. Sıkılacağım galiba diye başlayıp nasıl bittiğini anlayamadım diye bitiriyorum filmleri. Genelde filmlerden sonra birkaç dakika yutkunmakla geçiyor. Madeo'yu izlerken de aynen bu düşüncelere sahiptim ve filmin sonuyla beraber biraz duraksadım.

Film, içinde fırtınaların koptuğu ama nedense çok masum ve sakin görünen bir kasabada, zihinsel engelli oğluyla birlikte yaşamaya çalışan bir annenin hikayesini anlatıyor. Kasabada bir cinayet işlenir, polis kolayı seçer, uğraşmaz ve zihinsel engelli çocuğu hapse atar. Bu durumu kabul etmeyen ve gerçeği ispatlamaya çalışan tek kişi ise anne'dir. Büyük bir mücadelenin ortasında ve yapayalnız kalır anne. Madeo, içerisinde dramı, mizahı ve gerilimi bir arada barındırıyor. Aslında bir cinayet filmi. Ama böyle filmlere göre çok duygusal, insanın bazı duygularını dürtüyor, yok sayamıyoruz onları bu filmde. Polisiye bir film ama başroldeki polis değil, oğlunun suçsuzluğu için bir dedektif gibi çalışan anne.

Ve filmin sonu... Son 15 dakika için yazılabilecek ya da söylenebilecek çok şey var. Bildik ve klişe sonlardan olmadığı kesin. İnsanı düşündürmemesi, duygulandırmaması mümkün değil. Aslında filmin sonuyla beraber tekrar filmin başına dönebiliyor insan. Sonuçta bitmiyor Madeo bizim için. Artık biz nasıl bir son uygun görürsek filme, o oluyor filmin sonu. Madeo, baştan başa zeka ürünü bir film. Kim Hye-ja'nın oldukça başarılı oyunculuk performansını da unutmamak lazım tabiki.

Festivalden yolu geçenler çok şanslıydı bu filmi görerek. Yolu geçmeyenlerin umarım seyretme şansı olur Madeo'yu. Üzerine çok şey düşünebilir ve söyleyebilirsiniz çünkü.

Seyredebilmeniz dileğiyle...

10 Nisan 2010 Cumartesi

Kuzguncuk Türküsü


İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun Nisan ayı bilet satışları başladığında ilk olarak bu oyuna bilet aldık. Hem konusu hem de müzikli oluşu ilgimizi çekti. Fesleğen Çıkmazı'ndan sonra Kuzguncuk Türküsü'nü seyretmemek olmazdı. Şişli Cevahir Alışveriş Merkezi'ndeki Devlet Tiyatrosu'nda seyretme imkanı bulabildik.

Kuzguncuk Türküsü, 6 - 7 Eylül 1955 yılında Atatürk'ün Selanik'teki evinin bombalanmasının ardından ülkemizdeki azınlıklara yönelik gerçekleşen darp, yakıp yıkma ve yağma olaylarını Kuzguncuk'ta anlatıyor. Müzikle ve dansla başlayan oyunda süreklilik gösteren bir hikaye bulunmuyor. Kısa kısa skeçlerle tasvir edilmeye çalışılan oyun, 2 perde olmasına rağmen toplam 1.5 saat sürüyor. Anlatılmak isteneni göstermek için oldukça kısa bir süre bence.

Yıllar önce Rumu, Ermenisi, Musevisi ve Türkü birlik ve beraberlik için yaşıyormuş Kuzguncuk'ta. Ama sonra gelişen olaylar nedeniyle her şey alt üst olmuş. Yaşananlar oldukça üzücü ve kabul edilebilir değil. Anlaşılır hiç değil. Sonuçta o günler asla unutulmayacak ve affedilmeyecek bir Türkiye gerçeği. Oyunun amacı da bunu anlatmak ve bir şekilde, bir yerden bunu gösterebilmek. Ama malesef başaramamışlar bunu. Müzik ve dans aralarına sıkıştılan diyaloglar, Kuzguncuk mahallesinin birlik ve beraberliğini tam olarak anlamadan karşılaştığımız ayrılık acısı, belli bir hikayesinin bulunmaması en büyük eksikleriydi oyunun. Böylesine hassas ve önemli bir konu daha güzel ve anlaşılır bir şekilde işlenebilirdi diye düşünüyorum. Her şey biraz fazla yarım kalmış oyunda.

Oyunculuklara diyecek sözüm yok. Özellikle bazı sahnelerde tabiri caizse oyunculuklar resmen konuşturulmuş. İzleyicilere verilmek istenen duygular bu sahnelerde doğru ve eksiksiz aktarılıyor. Hiç hüzünlenmedim ya da düşünmedim desem yalan olur. Ülkemizin bir gerçeğini kendi dilinde anlatıyor oyun. Sıkılmadan izlenebilecek ama pek de memnun edemeyecek bir oyun. Ama yine de verilen emeğe saygı duyuyoruz. Kuzguncuk Türküsü ve diğer oyunlar hakkında buradan bilgi alabilirsiniz.

Diğer oyunlarda buluşmak dileğiyle...


6 Nisan 2010 Salı

Emek Sineması Kapanmasın !



İstanbul pek çok sembolleri bulunuyor. Sadece ona has olan ve sadece ona yakışan sembolleri bunlar. Beyoğlu - İstiklal Caddesi de bunlardan birisi. İstiklal Caddesi'nin de ona has ve yakışan sembolleri var. Yeşilçam Sokak'ta bulunan Emek Sineması en önemlilerinden bir tanesi.

Emek Sineması'nın geçmişi 1924 yılına dayanıyor. Tek ve kocaman bir salona sahip sinemasının kapasitesi 875 kişilik. Sinemanın müdavimleri de oldukça fazla. Birçoğumuz için özel bir yeri vardır Emek Sineması'nın. Kimimizi gülümseten kimimizi hüzünlendiren anılarda kendine çok kolay yer bulur Emek Sineması. Sadece İstanbul ve İstanbullular'ın değil neredeyse tüm Türkiye'nin sinema geçmişini barındırıyor bu sinema. Festival filmlerinin olmazsa olmaz yeridir Emek Sineması. Çok önemli sanatçılara, ödüllere ve sinemaseverlere ev sahipliği yapmış özel bir yer Emek Sineması. Adı gibi sinemaya emek ve gönül verenlerindir Emek Sineması.

Son günlerden yıkım çanları onun için çalıyor malesef. Anlamsız bir şekilde yıkılarak yerine alışveriş merkezi yapılmaya karar verilmiş. Her zamanki gibi yıkarak, yok ederek hayatımıza modernizmi ve teknolojiyi katıyoruz. Emek Sineması'nın yapım ve açılış kararı, yıkım ve kapama kararının alındığı kadar kolay alınmamıştır eminim. Bir şeyleri yapmak için  o kadar çok zorlanırken onu yıkmak için hiç zorlanmıyoruz. Geçmişimizi, mirasımızı ve değerlerimizi rahatça yok edebiliyoruz. Buna itiraz edenleri de hemen oracıkta susturup dışarı atıveriyoruz. Evet, Emek Sineması'nın fazlasıyla yıprandığını ve modern sinemaların çok gerisinde kaldığını kabul ediyorum. Ama bu sorunlara çözüm yıkıp yok etmek olmamalı. Orjinaline sadık kalınarak yapılacak bir restorasyon çalışması hem sinemamızı hem de bizleri daha güçlü kılacaktır.

Emek Sineması'nın yaşatılması adına hem sosyal paylaşım sitelerinde hem de bireysel olarak tepkiler gösteriliyor. Birlikten kuvvet doğar misali Emek Sineması'nı ve sinemayı sevenler bir araya gelip çaba gösteriyorlar. İşte bunlardan bir tanesi de Emek Sineması'nı yaşatmak adına Kültür ve Turizm Bakanlığı'na hitaben yazılan dilekçeye imzasını atanların ve atmak isteyenlerin bir araya geldiği http://www.emeksinemasiniyasatalim.org/ web sitesi. Çok kısa bir zaman ayırarak Emek Sineması'nı yaşatmak için siz de bizlere destek olabilirsiniz.

Keşke dememek adına hep birlikte Emek Sineması'nı yaşatalım. Sizleri de aramızda görmek dileğiyle...

5 Nisan 2010 Pazartesi

Tarihi Liderler ve Aşkları - Özcan Erdoğan


Bir tesadüf eseri Özcan Erdoğan'ın Dahiler ve Aşkları " isimli kitabını görmüştüm. Okuduktan sonra da burada düşüncelerimi paylaşmıştım. Geçen ay tatile çıkmadan önce gördüm Özcan Erdoğan'ın son kitabını: Tarihi Liderler ve Aşkları.

İlk bakışta ismi dikkatimi çekti. Bu sayede kitabı şöyle bir incelediğimde gördüğüm isimler bende merak uyandırmıştı. Sonuçta bir taraftan tarihe yön veren liderlerin hayatlarına tanıklık ederken diğer taraftan da dünyanın siyasi tarihini kronolojik bir sırayla okumuş oluyoruz. Bu kitapta liderlerin yaşadıkları aşk ve beraberliklerin onların hayatlarına olan etkisiyle birlikte tarihe, kurulan ve yıkılan imparatorluklara, devletlerin ve toplumların yaşanan bu aşklardan aldıkları etkilere de değiniliyor. Yine kimi hikayeler şaşırtıyor ya da üzüyor. Kimine böyle olması çok normal diyoruz. Ama unutmayalım ki bu aşkların ya da birlikteliklerin dünya tarihine çok büyük etkileri bulunuyor. Pek çok insan için yeni izler ve farklı bakış açıları sağlayabilir bu kitapta yazılanlar.

İnsanın olduğu her yerde aşk bir şekilde kendine yol buluyor. M. Ö. 1300 lerde yaşamış olan Nefertiti'den tutun da 1997'de yılında ölen Lady Diana'ya kadar geçen o koca zamanın içerisinde aşkın farklı bedenler ve ruhlarda kendince bir hikayesinin olduğunu görebiliyoruz bu kitapla. Farklı topraklarda ve zamanlarda hüküm süren ve farklı dinlere mensup bu liderlerin en önemli benzerliklerinin yaşadıkları aşkları olduğunu ve bu aşkların her liderin hayatına ne şekilde etki ettiğini okuyoruz bu kitapta. Kitabı hazırlayan Özcan Erdoğan'ın dediği gibi " Aşk mı İktidar mı ? " sorusunun cevabı olan " yaşanmış yanıtları " buluyoruz bu kitapta.

Kitapta yer alan liderler : Nefertiti, Ramses, Gotama Buddha, Büyük İskender, Spartaküs, Kleopatra & Jül Sezar & Marcus Antonius, Neron, Attila, Jüstinyen & Theodora, Cengiz Han, II. Edward, VIII. Henry & Anne Boleyn, Kraliçe I. Elizabeth, Kanuni Sultan Süleyman & Hürrem Sultan, Şah Cihan & Mümtaz Mahal, Çar I. Petro & Çariçe I. Katerina & Baltacı Mehmet Paşa, Napoléon Bonaparte, Abraham Lincoln, Kraliçe I. Victoria, Mahatma Gandhi, Vladimir İlyiç Lenin, Winston Churchill, Josef Stalin, Lev Troçki, Mustafa Kemal Atatürk, Benito Mussolini, Adolf Hitler, Mao Zedung, Juan Domingo Peron & Eva Peron, John F. Kennedy, Nelson Mandela, Şah Muhammet Rıza Pehlevi & Prenses Süreyya, Fidel Castro, Che Guevara, Prenses Diana.

Ocak ayında ilk baskısı gerçekleşen kitabın fiyatı 24.50,-TL. Ama çeşitli internet sitelerinde daha uygun fiyata bulabilmeniz mümkün. Aşk her zaman bizim hayatımızda önemli bir yere sahip. Burada bahsedilen tarihi liderler için de aynı şey geçerli. Yine görüyoruz ki onlar da bizlerden biri.

Yaşanmış yanıtları bulabilmeniz dileğiyle...