28 Haziran 2010 Pazartesi

Erikli - Enez Gezisi


Yaz mevsimi geldi ve bizim için hafta sonu kaçamakları başladı. Her ne kadar son 1 haftadır yağmurlu havalar moralimizi bozsa da hedefimizden vazgeçmiş değiliz. 2 sene önce kahvaltı sırasında aniden karar verip gittiğimiz Erikli ve Enez'e bu sefer planlı bir şekilde gittik.

Güzergahımız belli; Tekirdağ üzerinden Keşan'a , oradan da önce Erikli'ye sonra da son durağımız Enez'e gidiyoruz. Amaç hem Ege denizine girmek hem de biraz ortamı görmek. Tabiki en son düşüncemiz, Keşan'ın meşhur Satır Et'inden yemek. Hem Erikli hem de Enez, Saros Körfezi'nde konumlanmış durumda. Bu nedenle oldukça güzel bir denize ve sahile sahipler. Erikli'ye giden yol oldukça dar ve virajlı olmasına rağmen güzel bir yol. Özellikle şu dönemde giderseniz leylekleri görme şansınız da bulunuyor. Buraya gitmek için Mecidiye köyünden geçmeniz gerekiyor. Bu köyün de deniz kenarında sahili bulunuyor. Sahilde tamamen kum ve deniz suyu tertemiz. Kristal gibi parlayan kumu insanı kendisine çekiyor hemencecik.

Mecidiye - Erikli arası yaklaşık 2 km. Erikli'ye geldiğinizde biraz şaşıracaksınız açıkçası. Bildiğimiz köy tanımına ve görüntüsüne pek uymuyor çünkü. Uzun bir sahili mevcut, evler kısmen düzenli bir şekilde inşa edilmiş ve neredeyse büyük bir kısmı ya satılık ya da kiralık. Sezon henüz açılmadığı için çok kalabalık değildi. Ama ilerleyen günlerde konaklamak için ev bulmakta zorlanabilir insanlar. Biz biraz da fiyat araştırması yapalım dedik ve aldığımız cevap şaşırtıcı oldu yine: " Marmaris'e gidin, orada daha ucuz fiyatlara tatil yapabilirsiniz. "

Erikli'den Enez'e gitmek için tam 6 tane köyden geçmeniz gerekiyor. Evet, bu köyler tam olarak bizim bildiğimiz köylerden. Yol boyunca tezgahlarda pek çok meyve ve sebze görebilirsiniz. Hatta bir köyün bu konuda çok başarılı olduğunu söyleyebilirim. Tüm köylerden denize girmeniz mümkün. Tabelalar sizi sahile yönderiyor. Enez yolu da en az Erikli yolu kadar güzel, hatta bazen yol boyunca yukarı tırmanıp aşağıya inebiliyorsunuz. Ama tek geliş - gidiş olduğu için dikkatli araba kullanılması gereken bir yol.

Enez, Edirne'nin bir ilçesi ama görüntü olarak pek ilçe gibi değil. İstanbul Üniversitesi ve Trakya Üniversitesi'nin kampları bulunuyor burada. Sahil boyunca yine belli bir düzen halinde inşa edilmiş evler bulunuyor. Ve son sürat yeni binaların yapımı devam ediyor. Enez, uzun bir sahil şeridine sahip. Ve tabiki deniz suyu çok güzel. Bizim şansımıza biraz rüzgar vardı ve su bulanıktı. Ama yine de bu keyfi kaçırmadık. Enez'de ıslah edilmeyen dere yüzünden sinek sorunu hala devam ediyor. İlk geldiğimiz sene hiç uyuyamayacağız diye çok korkmuştum. Bu sefer kalmadığımız için bu sorunun ne boyutta olduğuna dair bir fikrim yok.

Enez'in sahili dışında görülmeye değer bir çok tarihi eseri de bulunuyor. Akropolde kurulan Enez Kalesi, Kale içerisindeki Bazilika planında Ayasofya Kilisesi ( Fatih Camisi ), Has Yunus Kaptan Türbesi, Deveci Hanı, Roma Yolu kalıntıları ve Osmanlı Kervansarayı görülmeye değer yerler arasında bulunuyor.

Enez - Keşan arası yaklaşık 60 km. Bu yol üzerinde pek çok köy bulunuyor. Biz bu köylerde Küçükevren köyüne uğramayı tercih ettik. Bunu nedeni ise meşhur Satır Et'in tadına bakmaktı. Köy kahvesinin hemen yanında bulunan " Enver Usta Satır Kıyma Et Lokantası " bu lezzeti ilk kez deneyeceğimiz yer oldu. Sonuç, tek kelimeyle mükemmel. Satır Et'in yanında yediğimiz yoğurt ise pek çok kişinin tadını unutamayacağı bir yoğurttu. Yoğurt'un satış yeri olan Aksal Süt Ürünleri'nin yolumuz üzerinde olması da bir şans olsa gerek. Aksal Süt Ürünleri'nin mandırası Türkmen Köyü'nde iken, satış mağazası Kılıçköy'de bulunuyor. Peki, biz oralara kadar gitmeden nasıl bulabiliriz bu ürünleri derseniz, Migros'lara bakmanız yeterli. Burada yaptığımız peynir ve yoğurt alışverişinden sonra artık evimize dönme zamanı gelmişti.

Su altı  zenginlikleri açısından oldukça elverişli olan Saros Körfezi'ne amatör ya da profesyonel pek çok kişi dalış yapmaya gidiyor. Özellikle Mecidiye ve Erikli sahillerinin civarında pek çok dalış noktası bulunuyor. Zaten bir çok dalış kulübü bölgeye akın ediyormuş.

Günübirlik olduğu için biraz yorucu geçse de güzel bir gezi oldu bizim için. Aslında çok değil bize 3 saat mesafede harika bir deniz bulunuyor. Fırsatını bulunca yine gideceğiz.

Alternatif bir yer olması dileğiyle...

26 Haziran 2010 Cumartesi

Bi' Büyük Fest

2010 Avrupa Kültür Başkenti seçilen İstanbul'da kültürel etkinlikler tüm hızıyla devam ediyor. İşte bu etkinliklerden bir tanesi de Avrupa Kültür Başkenti Hizmet Sponsoru olan Yeni Rakı'nın düzenlediği " Bi' Büyük Fest " adlı festival. Tanıtımlardan ve yapılan duyurulardan anladığım kadarıyla oldukça renkli, eğlenceli ve unutulmaz bir festival olacak Bi' Büyük Fest.

3 Temmuz akşamı saat 17.00'da, Turkcell Kuruçeşme Arena'da başlayacak olan festivalde bir çok ilk gerçekleştirilecek. Bunlardan bir tanesi,  " 1001 Meze Sofrası " projesiyle yaklaşık 1500 farklı meze hazırlanarak Guinness Rekorlar Kitabı'na girmek için rekor denemesinin yapılacak olması. Bu projenin en güzel taraflarından biri, 10 adet yemek bloggerının göndermiş olduğu meze tariflerinin aşçılar tarafından yapılıp 1001 Meze Sofrası'nda yer alacak olması.

Festivaldeki diğer bir yenilik ise, bloggerların çektikleri İstanbul temalı bir fotoğraf ve yine İstanbul'u anlatan bir yazıları ile oluşturacakları bir İstanbul Sergisi. Serginin adı, " İstanblog Fotoğraf Sergisi ". Belirtmeden geçemeyeceğim, bu sergide benim de fotoğrafım ve blog yazım sergilenecek. Bir ucundan ben de tutmuş oluyorum böylece.

Bi' Büyük Fest etkinliği kapsamında Emel Sayın, Yeni Türkü ve Emre Aydın'ı izleme ve dinleme şansına sahip olabileceğiz. Bu konserlerin yanı sıra Dans Atölyesi, Gezici Fasıl Ekipleri, Photoshooter Ekipleri, Halay Başı, Dilek Ağacı, Tavşanlı Niyetçiler, Ebru Ustası, Cam Atölyesi ile Herkese Nazar Boncuğu, Hat Sanatçılarına İsim Yazdırma ve Bi' Büyük Fest Hatırası gibi etkinler de yer alıyor. Ayrıca pilav, kokoreç, simit, köfte, şalgam, şerbet, helva, balık – ekmek gibi İstanbul ile özdeşleşmiş lezzetleri de bulmanız mümkün.

Festivale katılmak için biletlerinizi Biletix'ten satın alabilirsiniz. Bildiğim kadarıyla sadece tribün biletleri kaldı ama bir şekilde bu etkinliğin içerisinde olmak gerekiyor. Detaylı bilgilere buradan ulaşabilirsiniz. Festival ile ilgili düşüncelerimi daha sonra paylaşacağım.

Festivalde buluşmak dileğiyle...

23 Haziran 2010 Çarşamba

Türkiye'de Müze Mağazacılığı

Yazımın başlığına şöyle bir baktığımda benim için de yeni bir kavram olduğunu görüyorum. Geç öğrendiğim ama öğrendiğim andan itibaren heyecan ve gurur duyduğum bir kavram oldu Müze Mağazacılığı. Nasıl tanıştın derseniz; geçtiğimiz pazar günü Bilkent Kültür Girişimi ( BKG ) ve Bersay İletişim Danışmanlığı'nın davetlisi olarak Topkapı Sarayı'na uzun bir aradan sonra gittim ve böylece tanışmış olduk.

Önce Topkapı Sarayı'nın avlusunda güzel bir kahvaltı ve sohbet gerçekleştirdik. Bilintur Ceo'su Orhan HALLİK tarafından bizlere aktarılan yeni bir projenin hem detaylarını hem de ülkemiz için kazanımlarını öğrendik. Oldukça kalabalık bir grup bir araya gelmiştik ve her birimizin orada olma amacı kültürel değerlerimiz ve müzelerimiz için yapılan çalışmalara destek vermekti. Ama önce bizlerin bu çalışmaları doğru anlaması ve dolayısıyla doğru bir şekilde anlatması gerekiyor. Herkesin aynı heyecanı, duygu ve düşünceleri paylaşıyor olduğunu görmek daha da mutluluk vericiydi benim için.

Ülkemizde yaşayan insanlara sorsak kaçımız biliyoruz acaba ülkemizde kaç adet müze olduğunu? Bu müzelerin hikayelerini, özelliklerini ve arz ettikleri önemi kaç kişi söyleyebilir? Kimler için önemli, heyecan verici, görmeye ve gösterilmeye değer bu müzeler acaba? Geçmişimizden kalan en güzel ve doğru miraslar olduklarının farkında mıyız? Ne kadar sahipleniyoruz bu miraslarımızı? Daha pek çok soru sorabiliriz ama asıl önemli olan şey sorular değil onlara verdiğimiz cevaplar.

Bilkent Kültür Girişimi de işte tüm bu sorulara verilecek cevaplar için hareket geçmiş ve ilkini Nisan ayında Topkapı Sarayı'nda açtığı müze mağazası ile yola koyulmuş. Tamamen bizim kültürümüzü yansıtan, bizim insanımızın - el sanatçılarımızın ellerinden çıkmış doğru ürünleri, kitapları, objeleri, Türk kahvemizi, lokumumuzu ve daha pek çok şeyi bu mağazalar aracılığıyla bizlere ve başka ülke insanlarına anlatmaya ve göstermeye çalışıyor. Hedef çok büyük; 8 senede 55 müze ve ören yerinde 95 tane Müze Mağazası ve Müze'nin Kahvesi açmak. Bu hedefe ulaşmak için de çok çaba göstermek gerekiyor. Çıktıkları bu yolda bizler de onlara elimizden gelen desteği vermeye çalışacağız. Ve tabi sizler de...

Topkapı Sarayı'ndaki Müze mağazası gerçekten çok güzel olmuş. Girişte ziyaretçileri karşılayan ve daha ilk dakikada ağzınızın tatlanmasına yardımcı olan lokumlarla başlıyorsunuz gezmeye. Ve sonrası kendiliğinden geliyor. Gitmişken Türk kahvenizi içmeyi sakın unutmayın, içtikten sonra tadını unutamayacağınız gibi...

Birileri bir şeyler yapıyor hem de güzel bir şeyler yapıyor. Onlara destek olmamak niye? Bilkent Kültür Girişimi ve çalışmaları ile ilgili detaylı bilgilere buradan sahip olabilir ve online alışveriş yapabilirsiniz.

Müze'nin Kahvesi'nde buluşmak dileğiyle...

20 Haziran 2010 Pazar

Kısa Bir Doğu Karadeniz Gezisi

Bu sene tatilimizin bir kısmını Doğu Karadeniz'e ayırdık. Bir taşla iki kuş vurduk diyebilirim aslında. Hem ailemizi görmüş hem de biraz Trabzon - Rize dolaylarını gezme fırsatı bulmuş olduk eşimle. Karadeniz için bu dönemde bu sıcaklar artık normal olmaya başlamış olsa da arada bir gerçek yüzünü de göstermedi değil hani.


Sabah erken saatlerde Giresun'dan başlayan gezimizde ilk mola sabah kahvaltısı için Sürmene'de yol kenarında bulunan Serender Restauranet & Cafe'de oldu. Kahvaltıdan sonra ilk hedef Ayder Yaylası. Namını çok duymuştum ama gitmek kısmet olmamıştı Ayder'e. Karadeniz Sahil Yolu'ndan Rize'ye bağlı Ardeşen Kavşağı'na sonra da Fırtına Vadisi boyunca devam ederek  Çamlıhemşin üzerinden Kaçkar Dağları Milli Parkı'na ulaşıyorsunuz. 57 km uzunluğundaki Fırtına Deresi'nin kano ve rafting için elverişli bir parkura sahip olduğunu da belirtmeliyim. Artık bu noktadan itibaren Ayder Yaylası'na doğru tırmanmaya başlamış oluyoruz. Milli Park'a giriş ücretli ama sadece araç için ödeme yapılması yeterli. Bir süre sonra yol boyunca sağlı sollu konumlanmış olan pansiyon ve otelleri gördüğümüzde doğru yere geldiğimizi anladık.

O gün hem şanslı olduğumuzu düşündük hem de şanssız. Çünkü Ayder'de festival kutlamaları vardı ve her yer çok kalabalıktı. Arabamızı park etmek de bile oldukça zorlandık. Buraya geldiğimizde ilk yaptığımız şey akşam konaklamak için bir pansiyon ya da otel ayarlamak oldu. Bir kaç yere baktıktan sonra tercihimiz yol üzerinde bulunan Koru Otel oldu. Odaları yeterli büyüklükte ve temizdi. Hatta odamız da ufak bir balkon bile bulunuyordu. Oda + kahvaltı, kişi başı 40,-TL ödedik. Bu tarihlerde oradaki ortalama fiyatlar bu şekilde. Ama biraz daha butik otel tarzı bir yerde konaklamak isterseniz fiyatlar 70 - 80 TL'na kadar çıkabiliyor. Otelimizin dışı gibi içi de ahşaptı. Zaten orada hemen hemen tüm konaklama yerleri ahşaptan.

Otele yerleştikten sonra hem biraz kalabalıktan uzaklaşmak hem de esas yaylalara gitmek için daha yukarılara doğru yola koyulduk. Yolun büyük bir kısmı bozuk ama sahip olduğu manzara bunu unutturuyor insana. Yol boyunca bizimle birlikte giden dereden gelen sesler de alıp götürüyor insanı oralardan. Kaçkar dağları karşımızda ve biz ona doğru ilerliyoruz. Zirvede çok fazla kar var. Hatta yol boyunca tepeden dereye doğru akmış kocaman kar yığınını görmek de heyecan verici oldu. Akarsuyla birlikte kar yığını bir nevi tünel vazifesi görmüş. Arabayla belli bir yere kadar gidebiliyorsunuz. Ondan sonrası için yürümek ve tırmanmak gerekiyor. Hani asıl yayla nerde derseniz işte orada, yukarıda...

Ayder'in merkezi beni biraz hayal kırıklığına uğrattı açıkçası. Bu kadar dolu ve kalabalık olmasını beklemiyordum. İşte bilinir olmanın dezavantajlarından biri de bu. Pek çok insanla paylaşmak zorunda kalıyorsun buraları. Hele bir de bizim gibi festival zamanına rastlamışsanız yapacak bir şey kalmıyor. Biz etkinliklerin ve çalınan tulumların tadını çıkartmayı denedik. Uçurtma uçuranlar, sahnede gösteri yapanlar, yeşilliklere oturup elinde şemsiyesi ile güneşten korunanlar, çadırını kuranlar, Doğuş Çay'ın otobüsünde çay keyfi yapanlar ve aşağı yukarı koşturup duranlar ve ertesi gün yapılacak " Boğa Güreşi " için hazırlık yapanlarla dolup taşmıştı Ayder.


Ayder'e kadar gidip de Termal Kaplıca'ya gitmemek olmaz. Suyun sıcaklığı yaklaşık 70 derece iken bu sıcaklık insanların daha rahat girebilmesi için 50 dereceye kadar düşürülmüş. 10 dakika arayla girilmesinin tavsiye edildiği kaplıcada 1 saatten fazla kalmak pek mümkün değil. Kaplıcadan çıkınca karşılşatığımız yoğun sis bile hararetimizi almaya yetmedi. Festival nedeniyle yemek için yer bulmakta zorlandık ve açıkçası yemeklerden çok da memnun kalmadık. Ama yine de oraların kokusunu duyup, dumanını ve doğasını yaşadığımız için şanslı sayıyoruz kendimizi.


Sabah erkenden yola koyulduk ve hedefimiz Zilkale köyü idi. Zilkale, Çamlıhemşin'e bağlı bir köy. Ama bu köyün en önemli özelliği, Cenevizliler döneminden kalan, gözetleme kulesi ve burçlardan oluşan bir kale olan Zilkale. Fırtına Vadisi'ni kuşbakışı gören kalenin içerisine çalışma yapıldığı için giremedik. Özellikle ara ara bozuk olan yolları bizi biraz sarsmış olsa da görülmeye değer bir yer olduğunu belirtmeliyim. Zilkale'den sonrasında Çat Köprüsü'nü ve Kale-i Bala'yı görebilmeniz mümkün. Aslında tüm Fırtına Vadisi boyunca pek çok tarihi taş köprü görebilirsiniz.

Zilkale'den sonra yolculuğumuzdaki ilk durak Rize şehir merkezi oldu. Rize, Karadeniz sahili boyunca oldukça uzun bir kıyı şeridine kurulmuş. Coğrafi yapısı izin vermediği için sahil şeridi doldurularak şehir büyütülmüş. Bu durumu en net şekilde kalesine çıkarak görebilirsiniz. Rize Kalesi çok büyük bir kale değil ama şehri kuşbakışı görmek için en ideal yer diyebilirim. Kaleye alternatif ise tam karşısında bulunan Ziraat Çay Bahçesi. Kaleye göre daha büyük bir alana sahip olan bu çay bahçesinde Çaykur'un satış mağazası da bulunuyor. Buradan Rize dışında satılmayan çaylardan satın alabilirsiniz. Çay ile pek aram olmasa da burada geçirdiğim zaman süresince çok sık çay içme şansım oldu. Açıkçası çay memleketinde çay içmemek olmazdı.

Rize'de çay toplama zamanının sonlarına rastladık. 70 - 80 yaşındaki nineleri sırtlarında çay çuvallarıyla görmek düşündürmedi değil hani. Toplanan çayların olduğu gibi, kota dahilinde  ve  daha ağır çektiği için özellikle yağmur sonrası Çaykur'a verildiğini öğrendik. Çaykur'a veremeyenler tıpkı fındık gibi ellerindeki çayı çok ucuz fiyata tüccara vermek durumunda kalıyor.

Öğlen yemek saati ve biz tercihimizi Rize'ye 15 km uzaklıkta bulunan Çayeli'nde kuru fasulye yemekten yana kullandık. Aslında amacımız Hüsrev Lokantası'nda yemekti ama ahçısının Lale Lokantası'na ( http://www.lalelokantasi.com/ ) geçtiğini öğrendik. Lale Lokantası, 1973'ten beri insanların damak tadı olmaya devam ediyormuş. Kuru fasulye oldukça lezizdi. Hani 15 km yol gittiğimize değdi. Artık İstanbul'da gideceğiz Hüsrev Lokantası'na.
 


Rize'den sonra istikamet, Trabzon'un Of ilçesine bağlı Uzungöl. Çaykara'ya 19 km uzaklıkta bulunan ve adını kıyısında bulunduğu gölden alan Uzungöl, yamaçlardan düşen kayaların Haldizen deresinin önünü kapatmasıyla oluşmuş. Gölün etrafı ladin ve karaçam ormanlarıyla çevrili. Geniş bir vadinin tam ortasına konumlanmış. Hemen yanıbaşındaki cami ile birlikte biliyoruz Uzungöl'ü. Yaklaşık 10 sene önce gittiğimde sadece köy halkının evleri varken şu anda pek çok pansiyon, otel ve yemek tesisi bulunuyor. Uzungöl'ün en güzel tarafı her daim gökyüzünün bulutlu olması ve etrafı saran ormanlardan dolayı gölün renginin yeşil olması. Göle biraz daha yukarıdan bakmak isterseniz caminin önündeki yoldan tırmanmanız yeterli olacaktır. Hani o fotoğraflarda gördüğümüz manzarayı bir nebze de olsa kendi gözünüzle görmek daha heyecan verici olabilir. Göl etrafında hala çalışmalar devam ediyor. Bu nedenle biraz toz toprak solumak mümkün. Ayrıca gölden kaynaklanan nem de insanı bunaltmıyor değil.


Planımız Uzungöl'de konaklamaktı ama sonra bundan vazgeçtik ve Giresun'a dönmek üzere yola koyulduk. Akşam yemeği molasını Akçaabat'ta köfte yemek için verdik. Akçaabat'ta yol boyunca pek çok köfte salonu görebilirsiniz. Hepsi birbirinden lezzetli olsa da bizim tercihimiz Körfez Restaurant'tan yana oldu. Her ne kadar 200 metre ötemizde Başbakan konuşma yapıyor olsa da köftelerimiz oldukça lezizdi. Akçaabat'ta köfte servisi porsiyon olarak değil kilo işi yapılıyor. Üstüne yediğimiz Laz Böreği tatlısı da günün son lezzeti oldu bizim için.

Ve son şehrimiz Giresun. Giresun'lu olduğum için memleketimin doğası, yemekleri ve görüntüsü benim için diğer illerden daha güzel. Şehri ikiye bölen, ters çevrilmiş kaşık görünümüne sahip kalesi, alabildiğine uzanan ve hala keşfedilmemiş yaylaları, meşhur ve leziz pideleri, bu sene az olacağı belli olan fındığı ve geç keşfettiğimiz ama sütlü kadayıflarıyla kalbimizi fetheden Patar Tel Kadayıf (  http://www.mustafapatar.com/ )memleketimi daha da ön plana çıkarıyor benim için.

Doğu Karadeniz Bölgesi'nde o kadar çok yer var  ki görülmesi gereken. Burada paylaştıklarım çok ufak bir kısmı. Yemyeşil doğası, her yerden akan soğuk suları, orada yaşayan insanları, şarkıları - türküleri, her birinin ayrı hikayeleri ve daha bize göstereceği - yaşatacağı güzellikleriyle görülesi, duyulası ve yaşanası, hani bir değil bir kaç kere gidilesi bir yer Doğu Karadeniz.

Bu güzelliklere tanık olabilmeniz ve onları yaşayabilmeniz dileğiyle...

9 Haziran 2010 Çarşamba

Yeraltı Peygamberi - Un Prophete


Hapishane filmlerini çok seviyorum. En sevdiğim dizilerin başında da " Prison Break " geliyor. En son seyrettiğim hapishane filmi " Celda:211 " 'den sonra işte bu Fransız filmi     " Yeraltı Peygamberi " çıtayı bir kademe daha yükseltmiş oldu. Seyrettiğim hapishane filmlerinin pek çoğunu unutturuverdi bir çırpıda.

2009 yapımı film, ülkemizde !f İstanbul 2010 kapsamında gösterilmişti. O zaman seyredebilenlere şanslı demek yerine seyredemeyenlere şanssız demeyi tercih ediyorum. Nitekim eşimle ben de bu grupta yer alıyorduk ama artık şanslı tarafa geçmiş bulunuyoruz. Filmin yönetmeni son yıllarda Fransa'da dikkat çekmeye başlayan Jacques AUDİARD. Almış kamerasını eline, hayatın tam merkezine yerlemiş ve oradan gördüğü tüm gerçekleri, acımasızlıkları, kabullenmişlikleri ve sahipliği gösteriyor bize. İşte Yeraltı Peygamberi, bize kısaca bunları anlatıyor.

Filmdeki ana karakter, Malik El Djebena. 19 yaşında hapishaneye giriyor ve cezası 6 sene. Ürkek, yalnız ve okuma yazmaya bilmeyen bir Arap. Hapishane ise Araplar ve Korsikalılar ile dolu. Ve tabiki hapishanenin içerisinde bu gruplardan biri lider konumunda bulunuyor ve burada da ipler Korsikalılar'ın elinde. Malik'in yolu bir şekilde hapishane lideri Cesar ile  kesişiyor ve akabinde filmin en kanlı sahnesine şahit oluyoruz. Bu andan itibaren Korsikalılar'ın arasında onların ayak işlerini yapan, uyuşturucu kullanan ve Korsikalılar'ın tabiriyle pis bir Arap olarak yaşamına devam ediyor. Açıkçası Malik, tarafsız bir konumda yani ortada kalıyor. Sonuçta biliyor ki himaye altında olmadan orada yaşayamaz.

Film boyunca güçlerin çatışmasını, korkuyu, sindirmeyi, iktidar kavgasını seyrederken aynı paralelde yalnızlığı, dostluğu ve ayakta kalmak için gösterilen çabayı da görebiliyoruz. Bir insanın yoktan varolmasına hatta tabiri caizse kabak çiçeği gibi açılmasına şahit oluyoruz. Güç savaşında kazananın her zaman iki taraftan biri olamayacağını öğreniyoruz. Tüm bunları seyrederken gözümüzden kaçmayacak en önemli nokta ise İslam dinine karşı yapılan bir nevi propaganda. Film boyunca müslümanlık oldukça ön planda tutuluyor.Hatta bazı sahnelerde rahatsız edici boyutlara ulaşıyor. Hani bazen mekanın Fransız hapishanesi değil de Arabistan'da bir hapishane olduğunu düşünmüyor değil insan. Bir hapishane filminde bu kadar baskın bir şekilde yer alması olumsuz tepkileri de beraberinde getirecektir.

Yeraltı Peygamberi, Cannes Film Festivali'nde aldığı ödülün dışında pek çok festival ve organizasyonda da ödülleri topladı. Yaklaşık 2 saat 30 dakika süren filmi hiç ara vermeden ve bir solukta izleyeceğinizi düşünüyorum. Tabi bazı şeylere takılmamak kaydıyla.

Şimdiden iyi seyirler...

7 Haziran 2010 Pazartesi

Pera Müzesi'nde Fernando Botero Sergisi


Bir süredir Pera Müzesi'ne gitmek istiyorduk ama bir türlü fırsat bulamamıştık. Aynı şekilde Fernando Botero'nun sergisini de gezmek istiyorduk ama buna da vakit ayıramamıştık. Nihayet bugün rehber eşliğinde sergiyi gezme fırsatı bulabildik. Rehberli gezinin çok faydalı olduğunu söyleyebilirim.


Fernando Botero, 21. yüzyılın en çok merak duyulan resim sanatçısı. Kolombiyalı ve her yerde bunu söylemekten de gurur duyan bir sanatçı. Hikayesi hem bildik hem de hüzünlü. 4 yaşında babasını kaybetmiş, üçüncü eşiyle evli, yıllar önce bir oğlunu trafik kazasında kaybetmiş ve hala dimdik ayakta resimlerini yapabilen bir ressam. 12 yaşında matador okuluna gitmiş ama korkudan matodor olmayıp onların resimlerini yapmaya karar vermiş. Daha bir çok anekdot yazılabilir Botero için ama yaptığı resimler ve çizdiği figürler kendi hikayesinin çok ötesinde yer alıyor.

" Şişman güzeldir " felfesinden yola çıktığı düşünülen Botero'nun tüm eserlerinde oldukça hacimli ve iri nesneler, şişman insanlar ve hayvanlar görmeniz mümkün. Botero bunun nedenini şöyle açıklamış:  “ Şişman güzeldir, çünkü şişman insanlar diğer insanların yüzünde hemen bir gülümseme yaratma kabiliyetine sahiptirler, sempatiktirler bu yüzden resimlerimde şişman figürleri kullanıyorum ".


Botero'nun eserlerini nerede görseniz tanımanız mümkün. Resimlerinde yer alan figürler kadar o resimlere hayat veren renklerin canlılığı, gerçekliği ve sahip olduğu kontrast da oldukça dikkat çekici. İnsanı rahatsız etmeyen ve onu kendi içine çeken bir görünüme sahip tüm resimler. Zaten eserlerinin tamamında kendi kültüründen ve hayatından betimlemelere yer vermiş. Tabi bir de ünlü ressamların eserlerinden yaptığı uyarlamaları bulunuyor. Bunlar da en az o resimlerin orjinalleri kadar dikkat çekici ve güzel olmuş. Özellikle de Leonardo Da Vinci'nin Mona Lisa'sı.


Fernando Botero'nun Türkiye'deki ilk sergisi Pera Müzesi'nde 4 Mayıs'tan itibaren gezilebiliyor. 18 Temmuz'a kadar gezilebilecek olan sergi 6 bölüm ve 64 adet eserden oluşuyor. Botero'nun bu sergisi sirk, boğa güreşi, Latin Amerika halkı, Latin Amerika yaşamı, ölüdoğa ve sanat tarihinin geçmiş ustalarından uyarlamaları kapsıyor. Eserlerin tamamı oldukça büyük boyutlarda olduğu için ihtişamı daha kuvvetli bir biçimde hissediliyor. Resimlerinde pek çok kusur olduğunu söyleyenler kadar yarattığı farklılığın ne kadar başarılı olduğunu savunanlar da bulunuyor. Ben ikinci grupta bulunuyorum. Sergiyle ilgili detaylı bilgilere buradan ulaşabilirsiniz.



Pera Müzesi saat 18.00'a kadar açık. Botero sergisi için oraya gitmişken Osman Hamdi Bey'in " Kaplumbağa Terbiyecisi " adlı eserini görmeden olmaz dedik. Tablo tek kelimeyle muhteşem. Kapıdan girdiğinizde tam karşınızda duruyor. Etkilenmemek mümkün değil. Bu kadar büyük bir tablo olduğunu tahmin etmemiştim açıkçası. Ve hala bu kadar yeni gibi duracağını da.

Pera Müzesi'ne gitmişken Pera Cafe'de bir şeyler yiyip -  içebilir, Artshop'tan kitap, kartpostal, tablo ve benzeri hediyelik eşyalardan satın alabilirsiniz. Pera Müzesi'ne giriş ücreti tam 7 TL, öğrenci ise 3 TL.

Farklı bir tarzı ve ortaya çıkan farklı güzellikleri görebilmeniz dileğiyle...

Pera Müzesi
Meşrutiyet Caddesi No.65
Tepebaşı - Beyoğlu / İSTANBUL
Tel: 0212 334 99 00

5 Haziran 2010 Cumartesi

Mano Burger


Beni tanıyanlar çok iyi bilir ki pek hamburger sevmem. Aslında domates, ketçap-mayonez gibi şeyleri sevmediğim için hamburger yemem. Benim aksime eşim de çok sever hamburgeri. Bu nedenle arada bir onun hamburger tercihine ben de uyuyorum. İşte onun bu tercihlerinden birinde tanıştık Mano Burger ile. İtiraf ediyorum, iyi ki tanışmışız.


Mano Burger oldukça yeni bir mekan. Beyoğlu'nda Tünel'in sol tarafından Karaköy'e inen yolun başında, sol tarafta açılmış, iki katlı ama biraz küçük bir yer.
Bir cuma akşamı, iş çıkışı gidelim dedik. Mekanın bu kadar dolu olabileceğini tahmin etmemiştik. Ama şanslıydık ki 1 - 2 dakika içinde bir masa boşaldı ve biz hemen oturuverdik oraya. Gitmeden önce eşimin yaptığı araştırmalara göre " Mano Burger " ve " Ottoman Burger " en çok beğenilen ve tercih edilen hamburgerleriymiş buranın. Mano Burger'in içerisinde bildiğimiz her şey var; domates, karamelize soğan, iki kat köfte, bacon, yeşillik ve özel mano sos. Ottoman Burger de ise; iki kat köfte, domates, yeşillik, karamelize soğan özel soslarına ek olarak beğendi ve hellim peyniri bulunuyor. İsterseniz köfteler üç katlı olabiliyor.


Tek hamburger yiyebileceğiniz gibi menü olarak da sipariş verebiliyorsunuz. Menü'nün içerisinde kızarmış patates ve şişe içecek bulunuyor. Ayran içmeyi tercih ederseniz Sütaş'ın ufak şişe ayranını göreceksiniz, çok hoş. Patetes kızartması malesef dondurulmuş patatesten yapılıyor. Bir de ayrıca menüde yer alan Tango patates'i deneyebilirsiniz. Farkı acılı olması. Mekan da tabak, çatal, vs. bulunmuyor. Masaya serdikleri yağlı kağıtların üzerinde yine kendi yağlı kağıtların içinde gelen patates ve hamburgerinizi rahatlıkla yiyebiliyorsunuz. Zaten hamburgeriniz dağılmasın diye ortasına geçirilmiş kalında bir çubuk göreceksiniz. Hardal dışındaki tüm soslar " Heinz " marka. Kimileri için önemli bir ayrıntı olabilir bu durum.

Yediğimiz menüler bizden geçer not aldı açıkçası. Köftesi çok fazla lezzetli değildi ama özellikle ekmeği, taptaze yeşilliği ve özel sosu ile bir bütün halinde leziz bir hamburger menüye sahipler. Fiyatlar da bildiğimiz diğer butik hamburgercilere göre çok uygun. Menü fiyatları 11-13,-TL arasında değişiyor. Tango patates'in fiyatı ise 4,-TL.

Biz yer bulmak için çok beklemedik ama bizden sonra gelen pek çok insan sıra beklemek durumunda kaldı. Israrla beklemelerinden de anlaşılacağı üzere fazlasıyla rağbet gören bir mekan. Bir kaç ayrıntı daha verirsek; mutfağı çok küçük, ikinci katın konsepti giriş katından biraz farklı, çalışanlar ilgili ve tuvaletleri oldukça temiz. Bir de dışarıda yemeğinizi yerken miyavlayan ya da gözlerini size dikmiş izleyen misafirlerinizin olacağını da unutmayın. Hesapla birlikte gelen bir kase akide şekeri de bizim için güzel bir sürpriz oldu.

Beyoğlu'na gidip de hamburger yiyeceğim diyorsanız ve ayaklarınız sizi bildik mekanlara götürüyorsa hemen yönünüzü Tünel'e ve Mano Burger'e çevirin. Denemeye değer...

Farklı lezzetleri tadabilmeniz dileğiyle...

Adres:
Şahkulu Mah. Galipdede Cad. No:5 Tünel - Beyoğlu / İSTANBUL
Telefon: 0212 292 75 40 / 41 / 42

2 Haziran 2010 Çarşamba

Kariye Müzesi

Hep söylediğim bir şey var: " İstanbul'u hem seviyorum hem de sevmiyorum ". Çelişkili bir cümle ama burada yaşayan pek çok insanın da böyle hissetiğini düşünüyorum. Hala burada yaşadığıma göre sevme nedenlerim diğer nedenlerden daha ağır basıyor hayatımda. Ne kadar uzun süre yaşarsanız yaşayın burada, hala keşfetmeniz ve görmeniz gereken pek çok şey var İstanbul'da.

Roma İmparatorluğu, Bizans ve Osmanlı İmparatorluğu gibi üç büyük imparatorluğa başkentlik yapmış olan İstanbul, zengin bir tarihsel ve kültürel mirasa sahip. Bu nedenle bu şehirde o dönemlerden kalma pek çok yapı bulunuyor. İşte bu yapılardan biri de, az bilinen ama belki de en çok beğenilen Kariye Müzesi. Malesef aylar önce Edirnekapı - Ayvansaray güzergahında çıkmış olduğum fotoğraf gezisi sırasında varlığını öğrendiğim ve fazla zaman ayıramadığım yer oldu Kariye Müzesi. Tekrar gitmek bu hafta sonu kısmet oldu.


Uzun bir tarihi geçmişe sahip olan müze dış görünümünden de anlaşılacağı üzere önce kilise olarak inşa edilmiş, İstabul'un fethinden bir süre sonra II. Beyazıt'ın sadrazamı Hadım Ali Paşa tarafından 1511 yılında camiye çevrilmiş. Son olarak 1945 yılında da müzeye dönüştürülmüş. Kariye Müzesi, bu uzun tarihi boyunca büyük ölçüde tahribata ve yıkıma uğramış. Ama ilerleyen dönemlerde yapılan onarımlarla ve eklenen dehliz, dış narteks ve şapel olan parekklesion yapısı ile bugünkü halini almış. 


Müzenin içerisinde yer alan mozaikler ve freskler ile dış mimarisi özellikle Bizans döneminin sanatını yansıtıyor. Özellikle iç narteksteki Meryem'in yaşamı ile dış narteksteki İsa'nın yaşamını ve mucizelerini anlatan mozaikler bu dönemin en güzel örnekleri olarak gösteriliyor. Zaten müzenin ünü de bu mozaik ve fresklerden geliyor. Müzenin mimarisi de en az içi kadar ilgi çekici. Kilise - cami karışımı bir görüntüye sahip olması da ayrıca meraklandırıyor insanı.


Müzenin içerisindeki tüm mozaik ve fresklerin açığa çıkarıldığı ve gerekli onarımların yapıldığı söyleniyor. Ama buralardaki bozulmalar da dikkatten kaçmıyor değil. Açıkçası tüm mozaik ve fresklerin anlattığı bir şeyler var. Onların ne anlama geldiğini bilmeden gezmek kesinlikle can sıkıcı. Bir rehber ya da bu konularda bilgisi olan bir tanıdığınızla gezmek daha anlamlı ve güzel olacaktır. Ya da bizim yaptığımız gibi Kariye Müzesi'ni ve içerisindeki mozaiklerin anlamlarını açıklayan bir kitap da edinebilirsiniz. Biz müzenin içerisinde güç bela Türkçe olan bir kitap bulabildik. Bu kitap hem Kariye Müzesi'ni hem de Ayasofya Camii - Kilisesi'ni anlatıyor. Kaliteli bir basım ve içeriği de yeterli gibi. Fiyatı ise 40,-TL.


İki kere gittiğim müzeyi hiç boş bulmadım. Özellikle yabancı turistlerin öncelikli ziyaret yeri olduğunu belirtmeliyim. Kariye Müzesi, çok büyük değil belki ama gerçekten çok etkileyici. Beni en çok etkileyen mozaik çıkış kapısının tam karşısındaki Pantokrator İsa tasviri oldu. Tam karşıdan da baksanız, sağa sola da kaysanız İsa'nın gözleri hep üzerinizde. Ama keşke o bakışlarla girişte karşılaşabilseymişiz! Müzede en çok beğendiğim yerler kubbelerdeki mozaik ve freskler oldu. Her şey öyle güzel tasvir edilmiş ki oradan ayrılmak gerçekten de çok zor oldu.

Kariye Müzesi, İstanbul surlarının içerisinde, Edirnekapı semtinde bulunuyor. Arabanızla, tramway veya otobüs ile buraya ulaşabilirsiniz. Mihrimah Sultan Camii'nin karşı tarafında tabelasını görmeniz mümkün. Biraz dar ve renkli sokaklarında yürüyerek gidebileceğiniz kadar yakın. Müzenin hemen karşısında oturup Kariye'ye şöyle bir karşıdan bakmak daha çok arttırabilir merakınızı. Müzeye giriş bedeli tam 15,-TL, öğrenci ise 10,-TL. Müze kart geçiyor. Hatta hemen oracıkta 20,-TL ve nüfus cüzdanınızı vererek müze kartınızı çıkartabilirsiniz. Çarşamba günü dışında her gün 09:00 - 16:00 saatleri arası ziyarete açık. Son bir tavsiye de müze sonrası acıkanlar için. Müzenin hemen yanıda bulunan Asitane Restaurat'da Osmanlı Saray Mutfağı'nın farklı lezzetlerini bulabilirsiniz. 6 Haziran' a kadar Fatih Sultan Mehmet'in " Matbah-ı Beray-i Has " yemeklerini tadabilirsiniz. Detaylı bilgilere buradan ulaşabilirsiniz.

Bu güzellikleri görmeniz ve göstermeniz dileğiyle...