27 Şubat 2010 Cumartesi

Bir Hafta Ara ...


Bir süredir düşündüğümüz Mısır seyahatine nihayet çıkıyoruz. Bu nedenle 1 haftalık bir aradan sonra kaldığım yerden devam edebileceğim ...

Tekrar görüşebilmek dileğiyle...

22 Şubat 2010 Pazartesi

Merih Akoğul ile İyi Fotoğrafın Sırları


Fotoğraf çekmeye çok değil yaklaşık 6 ay önce başladım. Kendimce keşifler yapmamak için de İfsak'da ( İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği ) " Temel Fotoğraf Eğitimi " aldım. Sonra gelsin fotoğraf gezileri, kitapları ve arkadaşları... Farklı ve renkli bir dünyanın içine giriverdim.

Merih Akoğul ile tanışmam da İfsak sayesinde oldu. 25 - 27 Aralık 2009 tarihlerinde İfsak'a ilk kez konuk oldu " İyi Fotoğrafın Sırları " isimli semineriyle. Fotoğrafçılıkta çok uzun bir geçmişim olmamasına rağmen büyük bir heyecanla katıldım bu seminere. Yorucu ve yoğun bir seminer oldu ama çok büyük kazanımları oldu benim için. En büyük kazancım ve şansım Merih Akoğul'u yakından tanıyabilmem ve onunla sohbet edebilmem oldu. Seminer teknik konular üzerine değildi aslında. Tamamen daha içsel ve insan olmak, sanatın her dalına birazcık da olsa ilgi duymak üzerineydi. Kendi bilgisizliğimi ve ilgisizliğimi çok net farkettim onun sayesinde. Hani derler ya " arındım " diye, aynen öyle oldu benim için de. Benim gibi oradaki herkese çok şey kattığını düşünüyorum bu seminerin.

Bu seminerden sonra fotoğrafçılığa bakış açım çok değişti. Hatta pek fazla fotoğraf çekemez oldum. Daha çok okuyup daha çok gözlem yapar hale geldim. Ve 20 - 21 Şubat'ta yine İfsak'ta bu seminerin ikincisini yaptı Merih Akoğul. Ve ben yine oradaydım. 1998'den  itibaren açtığı sergilerin ve orada sergilenen fotoğrafların hikayelerini dinlemek ama en önemlisi o fotoğraflara ait soruları fotoğrafları çekene bizzat sorabilmek çok büyük bir şans oldu benim için. Ve bir kez daha gördüm ki bazı sanatçılar bizlere o kadar da uzak değil ve yine bazı sanatçılar fazlasıyla içimizden biri.

Fotoğraf Dergisi'nde " Fotoğraf Günlüğü " başlıklı köşede yazan, aynı zamanda üniversitede eğitmenlik yapan, Aksanat ve Yapı Kredi Sanat'ta ücretsiz etkinlikler düzenleyen, samimi, fotoğrafa gönlünü vermiş ve her konuşmasında mutlaka birşeyler öğrenebileceğimiz bir insan Merih Akoğul. Ben tanıma fırsatı buldum ve peşini bırakmayacağım. Onunla ve yarattıklarıyla ilgili detaylı bilgilere buradan ulaşabilirsiniz.

Yollarınızın bir gün kesişmesi dileğiyle...


15 Şubat 2010 Pazartesi

Cumartesi Filmlerim ( Hayat Var / Precious - Acı Bir Hayat Hikayesi )


Uzun bir süreden sonra ilk kez cumartesi gününü evde geçirme fırsatı buldum. Dışarıda yağan yağmurla beraber günün ilk filmini seyretmeye koyuldum. Tercihimi Mart 2009'da vizyona giren, bu tarihe kadar katıldığı yerli - yabancı pek çok festivalden ödülle dönen ve son olarak da 42. Siyad Ödülleri'nde " En iyi Film " başta olmak üzere 4 ödül birden alan, Reha Erdem'in son filmi " Hayat Var" dan yana kullandım.

Fiilmin başrollerinde Elit İŞCAN, Erdal BEŞİKÇİOĞLU ve Levend YILMAZ yer alıyor. Özellikle Hayat karakterine can veren Elit İşcan'ın oyunculuk performansının muhteşem olduğunu belirtmeliyim. Açıkçası filmdeki en iyi performansı o göstermiş. Film, Dünya'daki acımasızlıklara, adaletsizliklere ve yalnızlığına rağmen yaşamaktan ve umut etmekten vazgeçmeyen  14 yaşındaki Hayat'ın hikayesini anlatıyor bizlere. Ayrılmış anne babası arasında gidip gelen, genelde balıkçılık yapan babası ve yatalak dedesiyle birlikte yaşayan, okulda kabul görmeyen, her yerde ve her şekilde istismara maruz kalan Hayat'ın hikayesini içim fazlasıyla burkularak, bazen iğrenerek bazen de ufak bir tebessümle izledim. Çikolata satın almanın bazen ne kadar ağır bir bedelinin olduğunu, mutluluğun suratımızı boyayan bir rujla elde edilebildiğini, toplumumuzda Hayat gibi kızların var olduğunu ve yine de, her şeye rağmen bir umudun ve bir hayatın var olabileceğini çok güzel bir biçimde göstermeyi başarmış Reha Erdem. Unutmadan, film boyunca çalan şarkılardan özellikle Orhan Gencebay'ın " Seveceksin " ve " Aklım Takıldı " isimli şarkıları çok dikkat çekici ve etkileyici olmuş. Filmin DVD'sini her yerde bulabilirsiniz. Mutlaka bir tane edinmelisiniz.


Ve cumartesi gününün ikinci filmi; Precious - Acı Bir Hayat Hikayesi. 9. Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali olan !f İstanbul kapsamında seyretme fırsatı buldum Precious'u. Sapphire’in “ Push ” isimli romanından sinemaya uyarlanan filmin yapımcılığını dünyaca ünlü show sanatçısı Oprah Winfrey yapmış. 2009 yılında gösterime giren filmin konusu fazlasıyla gerçek ve dramatik. Film, 2009 yılında çeşitli festivallerden ödüller almış. 2010 yılı Oscar'larında " En iyi Film " dahil pek çok kategoride aday gösterildi. 

Precious, 1987 yılında, Harlem' de yaşayan Claireece ‘ Precious ’ Jones isimli 16 yaşındaki obez kızın dramatik hayatını anlatıyor bize. Babası tarafından tecavüze uğrayan, annesi tarafından hem sözel hem de fiziksel olarak şiddete maruz kalan, okuma yazma bilmeyen, babasından 2. çocuğununa hamile kalınca okulundan atılan, sefalet içerisinde yaşayan ama bir şekilde hayata ve çocuklarına tutunma çabası gösteren Precious' un hikayesi aslında bize hiç de yabancı değil. Hepimizin bildiği veya duyduğu ama nedense hiç bir şekilde konuşmaya yanaşmadığı bir hayatı gösteriyor film bize. Başrol oyuncusu Gabourey Sidibe’ın performansı ise tek kelimeyle muhteşem. 2010 yılı Oscar'ın da " En iyi Kadın Oyuncu " kategorisinde aday olması bunun kanıtı olsa gerek. Ülkemizde ne zaman vizyona girer ya da girse bile kaç kişi izler bilmiyorum ama kesinlikle izlemenizi tavsiye ediyorum. 16 yaşındaki bir kızın hayal dünyasının onu nasıl ayakta tutabildiğini görmek bile yeterli bir sebep filmi izlemeniz için.

Konularını bilmeden izlediğim her iki filmde de daha çocuk denebilecek yaştaki genç kızların farklı ama acımasız ve dramatik hikayelerini gördüm. Benzer yapıdaki  bu iki filmi üstüste izlemek ruhsal olarak beni boğmuş olsa da herkesin izlemesini tavsiye ediyorum. Hem Hayat hem de Precious aslında hayatımızda, toplumumuzda aramızda yaşamaya ve ayakta durmaya çalışan genç kızlara birer örnek. Bu hikayeleri görmezden gelemeyiz. Ve unutmamalıyız ki " Herkesin iyi yaptığı bir şey vardır. "

Yaşanan bu hikayeleri sizlerin de görmesi dileğiyle...


10 Şubat 2010 Çarşamba

Vahşet Tanrısı - Le Dieu du Carnage


2 aydır bu oyuna gidebilmek için biletimizi aldık ama hep bir aksilik çıktığı için gidemedik. En sonunda dün akşam Zeytinburnu Kültür ve Sanat Merkezi'nde izleme fırsatı bulabildik. Oyun ve oyuncular tek kelimeyle muhteşemdi. Seyrederken aldığımız zevk, oyun bittikten sonra da aynı şekilde devam etti. Bu etkiyi yaratan nadir oyunlardan bir tanesi oldu bizim için.

Vahşet Tanrısı'nın yazarı Yasmina REZA. 2006 yılında kaleme almış Vahşet Tanrısı'nı. Oyunu Türkçe'ye çeviren Zeynep AVCI ve hikayeyi komik bir trajediye dönüştürerek yöneten ise Celal Kadri KINOĞLU. 2009 yılı Tony ödüllerinde " En iyi oyun " ödülünü alan Vahşet Tanrısı'nda Ülkü DURU, Zafer ALGÖZ, Zerrin TEKİNDOR ve İşdar GÖKSEVEN rol alıyor. Her birini çeşitli oyun, dizi ya da filmlerden tanıyoruz aslında. Hepsi de gerçekten oyunun ve oyunculuklarının hakkını verdiler. Ama bu oyunla birlikte özellikle Zerrin Tekindor'un beni çok etkilediğini belirtmeliyim. Oynadığı karakter sanki kendi karakteriymiş gibi doğal ve rahattı.

Oyun, 10-11 yaşlarındaki oğulları kavga etmiş olan iki ailenin kibarca ve medeni bir şekilde konuşmalarıyla başlıyor. İlk 15-20 dakika bu şekilde geçiyor ve oyun çok sıradanmış hissi uyandırıyor insanda. Zerrrin Tekindor'un canlandırdığı karakterin kusmasıyla birlikte oyunun gidişatı ve seyir zevki değişiyor. Sonra bir anda trajikomik bir şekilde her iki ailenin hayatlarında yaşadıkları mutsuzluklar, ebeveynlerin hem çocuklarıyla hem de birbirleriyle yaşadıkları sorunlar ve günümüz erkek - kadın ilişkilerinin gerçekliği ortaya dökülülüyor. Özellikle İşdar Gökseven'in oyun süresince söylediği sözler durup düşündürmeye yetiyor. Açıkçası ebeveynlerimizin de nasıl bir anda çocuklaşabildiklerini, içkinin şişede durduğu gibi durmadığını ve birbirimize karşı bazen nasıl da dürüst olmadığımızı çok güzel ve net bir şekilde gösteriyor Vahşet Tanrısı. Aslında ağlanacak halimize güldürüyor bizi.

Enerjisiyle, doğallığıyla, gerçekliğiyle, düşündürdükleriyle ve oyuncularıyla muhteşem bir oyun Vahşet Tanrısı. Bize söylediği gerçeği göz ardı ettirmeyen bir oyun: " İnsan aşkı ve evliliği hayalleriyle - yeteneğiyle yaratır ve karakteriyle mahveder. Karakter kaderdir ! "

Devlet tiyatrolarıyla ilgili detaylı bilgilere ve aylık programlara buradan ulaşabilirsiniz. Oldukça güzel ve başarılı oyunları çok uygun fiyata seyretme şansına sahip olduğumuzu unutmayalım.

Gülerken düşüneceğiniz bu oyunu seyretmeniz dileğiyle...

8 Şubat 2010 Pazartesi

Kapital Manga ( Cilt 2 )


Birinci cildini okuduktan sonra sabırsızlıkla bekliyordum bu kitabı. 16 Ocak'ta kitapevlerindeki yerini aldı Kapital Manga Cilt: 2. İlkinden en büyük farkı anlatıcı olarak karşımıza Friedrich Engels'in çıkması. Çizimler oldukça sade görünse de anlatılanları bize gayet güzel göstermiş.

Bu kitapta  karşımıza " Değişen - Değişmeyen Sermaye, Artık Değer, Meta, Para, Kullanım ve Değişim Değeri " gibi kavramlar çıkıyor. Bu kavramlar çerçevesinde, kapitalist üretim sürecinde gerçekleşen sömürü ve bu sürecin sebep olduğu bunalımlar yine peynir fabrikası örneği üzerinden anlatılıyor. Kitabın kahramanları Robin ve Daniel'in her şey yolunda giderken bir anda nasıl bunalımın ve sorunların ortasında kaldıklarını çok güzel bir şekilde özetliyor ve gösteriyor bize bu kitap. Aslında anlatılan hikaye hepimizin yaşadığı, duyduğu veya gördüğü tanıdık hikaye: Kapanan fabrikalar, işten çıkarılan işçiler, batan bankalar ve elde kalan karanlık bir dünya.

İlk kitaptan sonra da, bu ikinci kitaptan sonra da aynı şeyi düşündüm: Bu kadar açıksa her şey neden hala aynı sorunlar ve bunalımlarla uğraşıyoruz, çözüm bulmak yerine bu sömürüye bizler de dahil oluyoruz diye. Sanırım buna hepimizin vereceği tek yanıt şu: Hayat böyle... Koca bir yalanı ya da sığındığımız bu limanı ısrarla bırakmıyoruz. Sonumuz hayrola...

Kitabın fiyatı 11,-TL ama internet sitelerinde daha uygun fiyata bulma şansınız var.
Bir tane de bu kitaptan edinmeniz dileğiyle...

3 Şubat 2010 Çarşamba

Kocamustafapaşa - Samatya Gezisi

İstanbul'un 7 tepe üstüne kurulmuş bir şehir olduğu her zaman söylenmiştir. Yaşım gereği yediden çok daha fazla tepesini görüyorum İstanbul'un. Hatta söylenen bu 7 tepenin gerçekten de tepe olduğuna inanmakta zorluk çekiyorum. Kendi içinde çok güzel saklıyor bu tepeleri İstanbul.

Her Yer Atölye ( http://www.heryeratolye.com/ ) ile başladığımız İstanbul 7Tepe Atölye çalışmasının üçüncü rotası Kocamustafapaşa - Samatya civarı oldu. Fındıkzade tramvay durağında başlayan buluşmamız akşam saatlerinde Yedikule Zindanları'nda son buldu. Uzun ama bir o kadar da eğlenceli ve dolu bir gün oldu bizler için. Şehrin ara sokaklarında gördüklerimiz, duyduklarımız, yaşayıp hissetiklerimiz daha da anlamlı kıldı bu günümüzü.

Gezimizin ilk durağı Kocamustafapaşa'daki Çukurbostan Sarnıcı ( Mocius Sarnıcı ) oldu. Bizans döneminden kalma bu sarnıç içerisinde Sema - Aydın Doğan Eğitim Parkı bulunuyor. Sarnıcın biraz aşağısında Surp Agop Ermeni Kilisesi var. Özel mülk olduğu için içerisini görme şansımız olmadı. Sadece cuma günleri açılan kilise adak kilisesi olarak tanımlanıyor. Çok eskiden kilisenin tamamı ahşap iken daha sonraları tüm kilise demirden inşa edilmiş. Bu kilisenin de bir hikayesi yok değil: Yıllar önce Fatih'te büyük bir yangın çıkmış. Bu ahşap kiliseye sığınan insanlar yangında zarar görmemişler. Hatta yangın sırasında kilisenin etrafından ata binmiş bir dedenin döndüğü söyleniyormuş. O günden sonra kilise daha anlamlı hale gelmiş.


Bir sonraki durağımız Hekimoğlu Ali Paşa Camii oldu. Bu cami 1735 yılında inşa edilmiş, Osmanlı döneminden kalma bir cami. Aslında bu cami, tekkesi, türbesi, şadırvanı, kütüphanesi, sebili ve çeşmeleriyle bir külliyeymiş. Caminin bulunduğu yerde Uygulamalı Türk İslam Sanatları Kütüphanesi de bulunuyor. İlerledikçe modern yapılardan sıyrılıp daha eski yapılarla karşılama şansımız oldu. Bunlardan bir tanesi de 1875 yılında inşa edilmiş olan Kocamustafapaşa İlköğretim Okulu. Okulun geçirdiği onarım ve yenilemelerden sonra ahşap kısımları kaldırılmış. Okul da bugünkü haline kavuşmuş. Hemen yanındaki Sümbül Efendi Camii de görmeye değer yerlerden birisi oldu bizim için. 1486 yılında Hagios Andreas en te Krisei Manastırı, Koca Mustafa Paşa tarafından camiye çevrilmiş. İçerisinde Sümbül Efendi Türbesi, Edep Kapısı, rivateye göre Bizans İmparatoru Konstantin'in kızı Katherina'nın ( müslüman olduktan sonra Sıdıka adını almış ) mezarı, korumaya alınmış 500 yıllık selvi ağacı ve beyaz mermer sütundan yapılmış tarihi çeşme bulunuyor. Burada verdiğimiz 10 dakikalık çay molasından sonra semt pazarından geçerek Samatya'ya doğru yol aldık.

Samatya'nın adını ilk kez Şener Şen ve Türkan Şoray'ın başrolünü paylaştığı " İkinci Bahar " dizisiyle duymuştum. İkinci tanışıklığım yine bir Şener Şen filmi " Gönül Yarası " ile oldu. Sonraları bir kere içinden geçip gitmek kısmet olmuştu. Bu atölye çalışması sayesinde Samatya'yı, civarını ve ara sokaklarını tanıma imkanım oldu. Samatya meydanı oldukça küçük ve şirin. Balıkçıların ve balık restaurantlarının ağırlıkta olduğu bir meydan. Tabiki Ali Haydar Kebapçısı ve Develi Restaurant'ı unutmamak gerek.

Öğlen saatleri olduğu ve güzel balık kokularınına dayanamadığımız için ilk işimiz balık yemek oldu. Tercihimizi Kocamustafapaşa Tren İstasyonu'nun hemen yanındaki Çapana Balık'tan yana kullandık. Mekan, 3 katlı ve ahşap bir binada işletiliyor. Samatya'ya has evlerin bulunduğu İç Kalpakçı Sokağı'nın hemen başında bulunuyor. Biraz kalabalık olduğumuz ve menü dışına çıktığımız için servis yavaş olsa da yediğimiz karides güveç ve kalamar çok lezizdi. Ama özellikle korkarak tadına baktığım ve  kiremitte pişen " Tereyağında Ispanak " tek kelimeyle enfesti. ( Tarifini almayı ihmal etmedim tabiki ). Mekan çalışanları oldukça nazik ve ilgiliydi.


Yemekten sonra kendimizi Samatya'nın sokaklarına dağıttık. Orada yaşayan insanlarla sohbet edip Samatya'nın da değişimlerden nasibini aldığını öğrendik. Samatya'da bu kadar çok kilise olduğunu bilmiyordum açıkçası. Ve insanlarının bu kadar sıcak olabileceğini de. Biraz İstanbul semti değilmiş gibi görünse de yaşadığımız ilde böyle sıcak ve şirin bir yer olduğunu  ve çocukluğumdan kalma samimi mahalle hayatını görmek mutlu etti beni. Samatya'dan ayrılıp sokaklarda dolaşarak son durağımız Yedikule'ye gittik. Bu esnada karşılaştığımız insanlar, sohbet ettiğimiz Yedikuleli gençler ve bizlere o sıcacık ve içten gülümsemeleriyle bakan çocuklar harikaydı. Sonuçta yorucu ama bir o kadar da harikulade bir gün geçirdim.

Bunlara sizin de tanıklık etmeniz dileğiyle...

1 Şubat 2010 Pazartesi

Yaşayan Kütüphane



Çok uzun zaman oldu kütüphaneye gitmeyeli, oradan bir kitap alıp, köşeye çekilip okumayalı ve kendimi o sessizliğin içine bırakmayalı. Yaşayan Kütüphane'yi ilk duyduğumda garipsemiştim, ne demek olduğunu kendimce yorumlamaya çalışmıştım. Araştırınca karşılaştığım şey ise şaşırttı beni. Fikir çok orjinal ve farklı ama bu kütüphaneyi yaşatmak kolay değil gibi geldi bana.

Bu fikir ilk olarak Kopenhag'da yerleşik “ Şiddeti Durdurun ” ( Foreningen Stop Volden ) isimli bir gençlik örgütü tarafından geliştirilmiş ve 2000 yılındaki Roskilde Festival alanında ilk kütüphane kurulmuş. Avrupa Konseyi desteği ile 2001 yılında Budapeşte’de Sziget Festival’inde kütüphanenin tekrar kurulması sağlanmış. O tarihten bu yana her yıl Avrupa’nın çeşitli ülkelerindeki bir çok festivalde ve çok sayıda gencin bir araya geldiği başka buluşmalarda da kurulmaya devam etmiş.

Yaşayan Kütüphane'nin ilk Türkiye uygulaması BarışaRock'ta, 24-25 ve 26 Ağustos 2007 tarihlerinde hayata geçmiş. 2008 yılından GePGeNç festivalinde ve BarışaRock'ta okuyucularla buluşmuş. 2009 yılındaki ilk Kütüphane Sivil Sesler Festivali’nde düzenlenmiş. İkincisi TÜYAP Kitap Fuarı’nda hayat buldu ve ben böyle tanıştım Yaşayan Kütüphane ile. 2010 yılının ilk Yaşayan Kütüphanesi de 13-14 ve 16 Şubat tarihlerinde 9. Afm !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali'nde kurulacak.

Peki nedir bu Yaşayan Kütüphane derseniz; Yaşayan Kütüphane normal bir kütüphane gibi çalışıyor. Kitapları,kitapların okuyucuları, kitapların katalogları ve kütüphanecileri mevcut.  Okuyucular gelip bir kitabı süresi içerinde ödünç alıyor, kitabı okuduktan sonra kütüphaneye iade ediyor ya da isterlerse kitabın süresini uzatabiliyor. Dilerlerse başka bir kitap ödünç alabiliyor. Yaşayan Kütüphane ile normal bir kütüphane arasında tek bir fark var: Burada kitaplar, insanlar. Ve kitaplar ile okuyucular kişisel bir diyalog içerisine giriyor. Daha detaylı bilgilere buradan ulaşabilirsiniz.

Bana oldukça farklı ve denemeye değer bir tecrübe gibi geldi. Yakın zamanda da kurulacağına göre bu fırsatı kaçırmamak gerek diye düşünüyorum. Bugün okuyucu olurken yarın bir kitap olabiliriz.

Şansınızı denemeniz dileğiyle...