30 Kasım 2009 Pazartesi

Şark Han

Eşimle balayımız için gittiğimiz otelin caz barında görünce çok beğenmiştik cazcı müzisyen biblolarını. Almaya karar verdik ama gördüklerimizin aynısı nasıl bulacağımızı bilememiştik. Bu bibloların küçük boyundan gelen hediye sayesinde beğendiğimiz biblolarımıza kavuştuk.

Büyük şehirlerde yaşamanın pek çok avantajı olduğu kesin. Hele İstanbul'da yaşamanın daha çok avantajı var. İşte bu avantajlarından biri de Eminönü'nde, Mercan Yokuşu civarında (Kapalıçarşı'dan Tahtakale - Mahmutpaşa'ya inen yol ), Telekom binasının hemen yanında bulunan Şark Han.



Şark Han, 2 katlı bir han görünümünde olsa da 6 katlı bir han. Bir kaç tane giriş-çıkış kapısı bulunuyor. Önünden geçerken pek dikkatinizi çekmese de içeri girdikten sonra dikkatlerden kaçmayacak bir han burası. İçerisi oldukça renkli. İrili ufaklı pek çok hediyelik eşya, biblo, kıyafet, tablo, mutfak eşyası, takı-toka, vb. şeyleri bulabileceğiniz Şark Han, her zaman kalabalık. Hanın içindeki eşyaların neredeyse tamamı Çin malı. Zaten dükkanlarda da bolca uzak doğulu görmeniz mümkün. Mağazalarda gördüğümüz her türlü eşyanın aynısı burada çok uygun fiyata satılıyor. Bazen henüz dışarıda görmediğiniz bir ürünü burada görmeniz mümkün bile olabiliyor.

Biz ilk alışverişimizde cazcı müzisyen biblolarından aldık. Hanın hemen karşısındaki mağazanın satış fiyatının neredeyse yarısına yakın bir fiyata aldık üstelik. Ayrıca daha ilgili ve yardımseverdi dükkan sahipleri. Ondan sonra da fırsat buldukça gider olduk.



Önümüzde yaklaşan bir yeni yıl var. Ufak da olsa sevdiklerinizi hatırlamak adına Şark Han'dan oldukça güzel şeyler alabilirsiniz. Bunun için ufak bir bütçe ayarlamanız yeterli. Eminönü'ne gittiğinizde ziyaret etmenizi tavsiye ederim. Kısa kalacağım deyip saatlerce orada kalabileceğinizi unutmadan tabiki.

Şimdiden iyi eğlenceler ve alışverişler...


27 Kasım 2009 Cuma

Kurban Bayramımız Kutlu Olsun...

Bir sene aradan sonra yine geldi Kurban Bayramı. Ramazan Bayramı'ndan farklı olarak insanların kurban kesme telaşı ve akabinde kurban etlerinin ihtiyaç sahiplerine dağıtılmasının heyecanı yine kapımızda. Domuz gribi ile uğraştığımız şu günlerde bayram ziyaretlerinin nasıl geçeceğini tahmin edebiliyorum.

Kurban keseceklerin de hem islami kurallara hem de toplumsal kurallara uymasını temenni ediyorum. Yine de, her şeye rağmen herkesin sevdikleriyle beraber mutlu ve hayırlara vesile olacak bir bayram geçirmesini dilerim.

Kurban Bayramımız Kutlu Olsun...

25 Kasım 2009 Çarşamba

7 Kocalı Hürmüz


"Neredesin Firuze" ve özellikle "Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü" filmlerinden sonra Ezel Akay'ın son filmini seyretmemek olmaz dedik ve gösterime girdiği günün akşamı sinemadaki yerimizi aldık eşimle. Öncelikle bu kadar tanıdık ve kendilerini fazlasıyla ispat etmiş sanatçıları aynı filmin içerisinde görme şansına sahip olmak için gittik 7 Kocalı Hürmüz'e.

Sadık Şendil'in bu ünlü eseri ülkemizde 1963 ve 1971 senelerinde beyazperde de gösterilmiş, sonra da 1980 senesinde televizyonlarda dizi olarak seyredilmiş. Bilinen ve anlatılan bir hikayeyi yeniden anlatmayı tercih etmiş Ezel Akay, namı diğer Ezop. Balat civarındaki Taşkasap mahallesini yeniden yaratmaya çalışmış, hatta bunu yaparken eğri büğrü ve yıkılacakmış gibi duran evler dahi hazırlamış. Kostümler ve dekor bir Ezel Akay klasiği kesinlikle. Hepsi oldukça dikkat çekici ve doğru seçimler olmuş.

Hürmüz rolünde bu sefer Nurgül Yeşilçay var. Onun kocalarını Memet Ali Alabora, Cengiz Küçükayvaz, Öner Erkan, Sarp Apak, Erkan Can, Cem Karakaya ve Ezel Akay canlandırıyor. Kadroda ayrıca Müjdat Gezen, Gülse Birsel, Erol Günaydın, Zihni Göktay, Halit Akçatepe ve Haluk Bilginer de yer alıyor. Haluk Bilginer'in karakteri oyunda olmayan bir karakter; mahallenin delisi. Ama oldukça yakışmış bu karakter filme. Bunun en büyük sebebi Haluk Bilginer'in taktire şayan oyunculuğu bence. Film boyunca söylediği maniler de cabası tabiki.

Filmin en dikkat çekici taraflarından biri de üç tane müzikal sahnesi. Özellikle hamam sahnesindeki El Hubb isimli şarkı ve danslar çok başarılıydı. Hele o şarkının sözleri insanı ( özellikle de bayanları ) gerçekten de eğlendirmeye yetti. Filmde 14 tane şarkı var ve hemen hemen tüm oyuncuların şarkısı mevcut. Hatta Vokaliz grubu, filmde hem müziğiyle hem de oyunculuklarıyla yer alıyor.

Film, 3 perdelik müzikal oyun tadında olmasına ve biraz da dekorların içerisinde sıkışmış gibi durmasına rağmen müzikleriyle ve oyuncuların başarılı oyunculuklarıyla oldukça eğlenceli bir hal almış. Bazı sahneler de sıkılmış olsam da genel olarak başarılı bulduğum bir film olmuş. Sonuçta düşük bir bütçeyle ve kısa bir süre içerinde hazırlanan film de usta oyuncuların yer alması bile 7 Kocalı Hürmüz'ü başarılı kılmaya yeter bence.

Oyunculuk, kostüm, dekor ve müzikal anlamda oldukça yerinde bir film olmuş. Biraz nostalji, biraz da bu kadar usta oyuncuyu bir arada görmek adına seyredilebilir diye düşünüyorum.


Gidecek olanlara şimdiden iyi seyirler...

24 Kasım 2009 Salı

Cumalıkızık Köyü

Fotoğraf çekmeye başladıktan sonra daha çok gezer hale geldim. Neredeyse yaptığım tüm gezilerdeki amacım fotoğraf çekmek olsa da görmediğim pek çok yeri tanıma fırsatı buluyorum. İşte böyle bir fotoğraf gezisinde " Her Yer Atölye " diyerek  tanıdım Cumalıkızık  Köyü'nü. Daha önce varlığını duyup da gitmediğim için kızdım kendime.


700 yıllık geçmişe sahip olan bir vakıf köyü Cumalıkızık. Orhan Gazi, Bursa'ya girmeden önce bir çok yerleşim alanı kurmuş: Bayındırkızık, Derekızık, Hamamkızık, Değirmenlikızık, Fidyekızık. Bunların arasından topluca gidilip cuma namazı kılınan köye de Cumalıkızık denmiş. Osmanlı'nın ilk dönemlerinin kırsal sivil mimarisinin halen kendini koruduğu köylerden biri Cumalıkızık Köyü.




















Uludağ'ın eteklerine kurulu olan köyün sokakları daracık. Yollarda hiç kaldırım yok ve tüm yollar taş döşeli. Köyün evleri çoğunlukla üç katlı ve etrafı büyükçe bir avluyla çevrili. Her evin kapısı çift kanatlı ve ortasında iki tane demir dövme tokmağı ve kulbu mevcut. İnsan o kapıların ardını merak etmeden duramıyor açıkçası. O kapıların ardında nelerin yaşandığını, konuşulduğunu, kutlandığını ya da neyin yasının tutulduğunu düşünmekten alamıyorsunuz kendinizi. Kısacası köyün sahip olduğu o tarihi ve mistik doku sizi içine çekiveriyor hemencecik.  Evlerin yapımında güneşte kurutulmuş tuğla, ağaç ve kerpiç kullanılmış. Çamur sıvalı duvarlar, mavi, mor, koyu sarı, açık yeşil gibi renklere boyanırken, ahşap kısımlar kendi rengine bırakılmış. Ayrıca evler birbiriyle o kadar iç içe yapılmış ki, tarif ederken "bir avuç köy" diye anlatmanız mümkün. Aslına bakarsanız evlerin %40' ının boş olduğunu düşünürsek böyle bir tarif hiç de yanlış sayılmaz.

Köyün girişinde meydan gibi bir yer bulunuyor. Yolun sağında ve solunda ziyarete gelenler için kurulmuş, hediyelik eşya ve köy ürünlerinin satıldığı tezgahlar var. Onların hemen arkasında da oturup, bir şeyler yiyip içebileceğiniz mekanlar mevcut. Tabiki bu mekanlar da köyün mimarisine aykırı olmayan, hatta çoğu ev olarak kullanılmayan binalar. Zaten içerisine girip gezdiğinizde bunu siz de çok rahat görebileceksiniz.




Hem köy girişinde hem de yol boyunca tezgahlarda en çok dikkatinizi çekecek olan şey, köylülerin Dağ Çileği ya da Kocakarı Yemişi dedikleri küçük kırmızı meyveler olacak. Tadı biraz ekşi erik gibi olup, dış yüzeyi pütürlü. Ayrıca ağzınıza attığınızda da dişinizde bu pütürleri hissedebiliyorsunuz. Ben pek beğenmedim ama insan görünce de merak etmiyor değil. Bunun dışında hurmalar, çeşitli reçeller, cevizler, otlar, hediyelik eşyalar, yazmalar, patikler ve tabiki kestane görmeniz mümkün. Hatta gördüğünüz kestanelerin bir bölümü henüz kabuğundan dahi çıkmamış olabilir.



Köyün dar sokaklarına kendini bıraktığınızda "kaybolacağım galiba" diye düşünebilirsiniz. Böyle bir şey olursa, bunun tek nedeni kendinizi köyün o mistik havasına bırakmanız olabilir. Aksi taktirde daracık ve sonunu pek de ilerlemeden göremediğiniz sokakların sonu aslında daha önce geçtiğiniz diğer bir yol oluyor. Meydandan yukarıya doğru yürüdüğünüzde yol ikiye ayrılıyor. Hangisini tercih ederseniz edin sonunda yine aynı noktaya dönüyorsunuz. Köyün bir tarafındaki yolda sürekli akan bir su var. Bu durum taşları kaygan hale getirse de köye ayrı bir hava vermiş. Hani o suyun akışı dursa köydeki hayat da duracak gibi hissettim ben.

Köy insanları oldukça konuşkan ama fotoğraf çektirmeye pek sıcak bakmıyorlar. Hani  bu kadar ziyaretçi akınına uğrayan bir yer için bu durum biraz garip gelse de bir süre sonra alışıyorsunuz bu duruma da. Köyde seneler önce Kınalı Kar isimli bir de dizi çekilmiş olsa da muhafazakar halleri halen devam ediyor.



Evlerin çoğunun önünde ufak da olsa bir tezgah görmeniz ya da avlusundan dışarı gelen, odun ateşinde pişmiş gözleme kokusunu duymanız kaçınılmaz oluyor. Köyün sokaklarında gezerken ara ara sokak çeşmeleri görmeniz de mümkün. Cin Aralığı, Dinç Çıkmazı, Köyüstü gibi isimlerin yazıldığı sokak levhaları ahşaptan yapılmış olsa da yeşil renkli sokak tabelaları da köyün sokaklarında yerini alıyor.



İstanbul'dan yola çıkıp, Eskihisar'dan feribotla Topçular'a geçtikten sonra Yalova'ya oradan da Bursa'ya geldikten sonra,  Bursa'nın 10 km doğusunda, Bursa - Ankara karayolundan Uludağ eteklerine sapan yol, yaklaşık 3 km sonra Cumalıkızık köyüne ulaşıyor.

Yemek tercihimi gözleme ve zeytinyağlı sarmadan yana kullandım. İp gibi sarmaları görünce kıskanmadım değil hani. Ayrıca odun ateşinde pişmiş ekşimaya ile yapılan köy ekmeği, cevizli ekmek yiyebilmeniz de mümkün burada.

İstanbul'da yaşayan biz telaşlı  ve heyecanlı insanlar için Cumalıkızık, tam anlamıyla bir dinlenme, nefes alma ve tarihle buluşma yeri oldu. Ben de istiyorum diyorsanız muhakkak görmelisiniz.

Cumalıkızık'ı yaşayabilmeniz dileğiyle...


23 Kasım 2009 Pazartesi

Giresun ...


11 senedir İstanbul'da yaşıyorum. Pek çok insan gibi üniversite sınavını kazanınca geldim bu şehre. Sonra da ayrılmadım ve kaldım. Ondan önceki 17 senem ise Giresun'da geçti. Orada doğdum, üniversiteye kadar eğitimimi orada gördüm, orada ilk dostlukları kurdum, orada ilk maaşımı kazandım ve şimdi en çok orada yabancı gibi hissediyorum kendimi.



Önceleri çok üzüyordu bu durum beni. Tüm sokaklar, caddeler, dükkanlar hatta insanlar yabancı geliyordu. Her gidişimde sokağa çıkmak gelmiyordu içimden. Kimbilir buna sebep şehrin dokusunun ve görüntüsünü çok değişmiş olması da olabilir. Şöyle uzaktan bakınca şehre en çok tanıdık gelen şey, şehrin sahip olduğu ters çevrilmiş kaşık görüntüsü. Kaşığın tepe kısmı, şehrin kalesi oluyor burada. Kalenin ardına uzananlar da kaşığın sapı. Zaten Giresun'u ilk görüşte beğendiren en önemli özelliği bu bence. Bu durum Giresun'u 2 ayrı şehre bölüyor zaten. Kalenin ön tarafı bir şehir, arka tarafı başka bir şehir. Kaleye çıkıp  baktığınızda ise gördüğünüz daha başka bir şehir.

Giresun'un en büyük zenginliği kıymeti bilinmeyen ve fiyatı hep düşük belirlenen Fındık. Karadeniz'in en güzel  fındığı burada yetişmesine rağmen artık insanları canından bezdiren bir ürün haline geldi. Giresun'da bile alternatif ürün yetiştiriciliği başladı. Giresun'un en önemli özelliklerinden biri de beyaz kiraz 'ın dünyaya buradan yayılmış olmasıdır. Zaten şehrin adı da kirazdan gelmektedir. Bir de Karadeniz'deki tek adanın Giresun Adası olduğunu belirtmek isterim.



11 senede çok şey değişmiş Giresun'da. En azından benim yaşadığım ve büyüdüğüm çevrede. Mesela eski evimizin etrafını uzun uzun binalar sarmış, arkadaşımla konuştuğumuz köşe başının yerine kocaman bir mobilya mağazası açılmış, annemle yarış eder gibi koşturarak gittiğimiz pazar yerine oldukça büyük bir alışveriş merkezi kurulmuş, 2 tane özel hastane açılmış, şehir içi yolu Karadeniz Sahil Yolu nedeniyle neredeyse kaybolmuş, trafik almış başını yürümüş, neredeyse her haneye en az iki araba düşer konuma gelmiş. Çocukluğumun parkları, köprüleri, bahçeleri, plajları artık yok. Son yaşanan sel felaketinden sonra ise bazı yerlerin görüntüleri gerçekten de çirkinleşmiş. Uzun zamandır yaylalarına gitmiyorum, kısmet olmadı ya da kar izin vermedi. Ama şehri böyle görünce oralarda da beton binaların sayısının artmış olabileceğini hayal edebiliyorum.

Zamanla her yer değişir, gelişir. Şehirler göç alır, verir. Giresun da her şehir gibi zamanla yaşanan bu değişimlerden nasibini fazlasıyla almış. Kendi memleketimi tanıyamıyorum ama artık buna da üzülmüyorum. Oraya yeni gelmiş bir turist gibi Giresun'u yeniden keşfetmeye ve tanımaya çalışıyorum. Her ne olursa olsun, oranın havası, suyu, toprağı benim için çok özel. Her şey değişse de oradaki anılar ve yaşanmışlıklar hiç değişmiyor.

Doğu Karadeniz'e bir gün yolunuz düşerse şayet Giresun'u asla es geçmeyin. Önce ona uzaktan bir bakın, sonra şehrin kalabalığını bir görün, ardından köylerine ve yaylalarına doğru yol alın. Yukarı doğru tırmandıkça göreceğiniz değişimler sizi kendisine hayran bırakacaktır.

Her bölgenin bir Paris'i vardır, Doğu Karadeniz'in Paris'i de Giresun'dur. Yolunuzun bir gün oradan geçmesi dileğiyle...

17 Kasım 2009 Salı

Ay Hırsızı - Sunay Akın




Kuzenime eğitici kitaplar almak için girmiştim D&R 'a. Sonra birden kendimizi " Son Çıkan Kitaplar " bölümünde bulduk eşimle. Ne var ne yok diye bakıp, ilgimizi çeken kitapları incelerken dikkatimi çekti " Ay Hırsızı ". Sunay Akın, bildiğim ve beğendiğim bir şair ve yazardır. Ama özellikle kitaplarını takip etmem. Hatta 2005 yılında açılmış olmasına rağmen hala sahip olduğu Oyuncak Müzesi'ne gitmedim.

Kitabın birinci ve ikinci baskısı Ekim ayında İş Bankası Kültür Yayınları'ndan çıkmış. Benim bu kitabı görüp almam ise Kasım ayına nasip oldu. Kitapta 49 tane kısa öykü var. Öykü yazılı bir dolu kitap arasında bunun farkı ne diye soracaksınız. Çok farkı var aslında. Bilmediğim, duymadığım hatta aklımın köşesinden dahi geçmeyecek bilgileri ve öyküleri öyle güzel bir dil ve üslupla anlatmış ki. Okurken hayrete düşmemek, okuduklarım karşısında heyecanlanmamak ve hemen eşimle paylaşmamak mümkün olmadı.

Kitabın arkasında kısa bir paragraf var. Aslında bir kaç tane soru cümlesi var: Cervantes ve Mimar Sinan'ın İstanbul'daki hangi cami inşaatında yollarının kesiştiği, Atatürk'ün neden hiç uçağa binmediği, İstanbul Boğazı'nı yürüyerek ilk geçen kişinin kim olduğu, Pilot Vecihi'nin nasıl bir hayatı olduğu, Sultanahmet Camii'nde neden 16 tane şerefe olduğu, Zaro Ağa ile King Kong'un hayatlarının ortak noktalarının neler olduğu, Adolf Hitler'in neden Rahip okulundan atıldığı, Beatles grubunun üyelerinin nasıl bir araya geldikleri gibi soruların ve daha pek çok sorunun cevabını bulabileceğiniz bir kitap. Hatta hiç soru sormasanız da pek çok bilgiyi bulabileceğiniz bir kitap.

Ay Hırsızı, kitapçılarda 12,-TL'dan satılıyor. Ama bu kitabı, http://www.idefix.com/kitap adresinden 22 Aralık'a kadar 8.50,-TL 'na satın alabilirsiniz. Elinize bir kez aldığınızda bırakamayacağınıza eminim.

Bir tane de bu kitaptan edinmeniz dileğiyle...


12 Kasım 2009 Perşembe

Jülide Özçelik - Jazz İstanbul ( Volume 1 )



Bir çok insanın tanıdığı, bir çok insanın ise tanımadığı caz vokal Jülide Özçelik. Eğitimine Müjdat Gezen Sanat Merkezi'nde başlayıp İstanbul Bilgi Üniversitesi Müzik bölümü'nde devam etmiş ve en nihayetinde Caz Vokal Performans Bölümü'nden mezun olmuş. 2009 senesinde de Jazz İstanbul ( Volume 1 ) isimli ilk albümünü çıkarmış.

Albümü yakın zamanda dinleme fırsatım oldu. Önce garipsedim türkülerin caz versiyonu mu olur diye. Caz severim, türkü de severim ama ikisi bir arada çok uzak gelirdi bana. Tek bir türküyle ilgimi çekmeyi başardı oysa ki: Aşık Veysel'den Kara Toprak. Ondan sonra da devamı geldi tabiki. Neşet Ertaş, Pir Sultan Abdal ve diğerleri...

Albümde dikkati çeken ilk şey doğu-batı sentezi olsa da dinledikçe Jülide Özçelik'in sahip olduğu ve bizlere sunduğu sesinin duruluğunu, akıcılığını, insanı içine alan derinliğini ve yürek burkan yorumunu fark etmemek mümkün olmuyor. Albümde iki şarkının söz ve müziği , bir adet doğaçlama şarkının da müziği kendisine ait. Kendi şarkılarından " Kendinle Kalırsın " öncelikle sözleriyle düşündürüyor insanı. Bu sözlere bu müzik ise tam oturmuş.

Albümün en güzel taraflarından biri de kendi şarkılarını bu türkülerin arasında insana hiç yabancılık çektirmeden dinletebiliyor olması. Önümüz kış, karlı ve yağmurlu havalarda, bu İstanbul koşturmacasının içerinde, çok değil belki ama bir 45 dakikanızı huzurlu ve duru bir sesle geçirme şansınız olabilir.

Bu sesi ve bu türküleri CD'den değil canlı canlı dinlemek istiyorum diyorsanız, 17 Kasım'da Galata Kule Dibindeki Nardis Jazz Club'ta, 25 Kasım tarihinde ise Beyoğlu Hayal Kahvesi'nde yerinizi alabilirsiniz. Myspace'deki sayfasından da nerelerde sahne aldığını takip edebilir ve albümdeki parçalardan örnekleri dinleyebilirsiniz. (http://www.myspace.com/julideozcelik)

Güçlü ve dolu bir ses, inşallah böyle devam eder. Jazz İstanbul ( Volume 2 ) albümünü beklemeye başladık.

Başucu dinletilerinizden olması dileğiyle...


10 Kasım 2009 Salı

71 Yıl Geçti...



Bursa Nutku

"Türk genci devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu; "Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır" demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla, nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.

Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, "Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir" diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek; Demek adalet örgütünü de düzeltmek yönetim biçimine göre düzenlemek gerek" diyecektir.

O'nu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayırılmasını istemeyecek. Diyecek ki; "Ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir...

İşte benim anladığım Türk genci ve Türk gençliği!"

Bugün Büyük Önder Atamız’ın, Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ölümünün 71. yılı. Bunca seneye rağmen, yapılan ve hala yapılmak istenen onca şeye rağmen Atamızı hala ilk günkü acımızla ve minnetle anıyoruz. Bugün belki de her zamankinden daha çok hatırlamalı ve hatırlatmalıyız Atamızı. Onu unutanlara, unutturmaya çalışanlara, onu yanlış anlatanlara rağmen hatırlamalı ve ona sahip çıkmalıyız.

Bugün 10 Kasım günüdür, bugün Türk Milleti için YAS günüdür!

Atam, ruhun şad, mekanın cennet olsun…

8 Kasım 2009 Pazar

Michael Haneke - The White Ribbon ( Beyaz Bant )



Filmi İKSV tarafından düzenlenen Filmekimi'nde izleme şansı buldum. İzleme sebebim tamamen bir Michael Haneke filmi olmasıydı. Sonuç yine şaşırtmadı ama Beyoğlu Emek Sineması'nda yaşanan çeşitli olumsuzluklar nedeniyle çok fazla keyif  veremedi.

The White Ribbon, siyah beyaz bir tarih filmi. 144 dakika süren film, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya'nın kuzeyinde yer alan ve kendi halinde yaşayan bir köyde geçiyor. Film, bu köyde yaşayan bir öğretmenin ağzından anlatılıyor. Önce köyün doktorunun geçirdiği şüpheli kaza, ardından kadın işçinin ölümü ile bizleri hafifçe içine çeken film, ilerledikçe çocuklara verilen sıradışı ve acımasız cezalar, yaşanan ensest ilişki ve zinalar ile bizi iyice o dönemdeki cehenneme götürüyor. Hem çocukların hem de kadınların güçsüz ve savunmasız halleri çok net bir biçimde gözler önüne seriliyor. Filmde masumiyeti sembolize eden ve unuttukları anlarda hatırlamaları için çocukların kollarına bağlanan "Beyaz Bant" yaşadıkları her türlü şiddet ve cezadan sonra anlamını kaybediyor. Dışarıya kapalı ve kendi içinde toprak sahibinin verdikleriyle yaşayan köyde bu kadar olağandışı olaylara rağmen suçlu bulunamamakta ve  sonunda çocuklar suçlu gibi görülmektedir. Zaten film de net bir sonuca varmadan bitiyor.

Haneke filmlerine münhasır sessizlik, burada da filme hakim olmuş. Zaten tarih filmi olması nedeniyle siyah beyaz olan filmde, aydınlık sahneler çok fazlaydı. Özellikle bu sahnelerde yaşanan alt yazı okuyamama problemi nedeniyle sıkıntılı  bir şekilde filmi izlemek zorunda kaldık. Haneke'nin bize vermek istediği o gerilimi malesef tam olarak alamadık. Beyoğlu Emek Sineması'nda ve özellikle gala gösteriminde yaşanan bu olumsuzluk nedeniyle filmden çıkanlar olması ve film sırasında gösterilen protestolar, malesef güzel başlayan bir galanın tatsız bir şekilde bitmesine neden oldu.

Film, bu sene Cannes'da Altın Palmiye ve FIBRESCI Ödülleri'nin sahibi oldu. Yaşanan dönemin toplumsal ve sosyal psikolojisini sorgulayan ve cevaplar arayan film, tam ve doğru cevabı veremeden bitiyor. Hollywood tarzıyla gerilim yaratmayan film, Funny Games'de olduğu gibi insanı sessizlik ve çaresizlik ile gerilime sürüklemeyi başarıyor.

Türkiye'de sinemalara ne zaman gelecek bilmiyorum ama geldiğinde muhakkak görmenizi tavsiye ederim. Özellikle Haneke severlere...

İyi seyirler...

3 Kasım 2009 Salı

Kapital Manga ( Cilt 1 )




Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi”, Karl Marx’ın en önemli eseridir. Birinci Cilt, 1867 yılında Almanca olarak basılmıştır. Toplam 3 cilt olan eser, günümüzde hala pek çok insanın başucu kitabıdır.

Aralık 2008 'de Japon yayınevi East Press tarafından basımı gerçekleştirilmiş olan Kapital Manga, ülkemizde de nihayet Yordam Kitap tarafından okurlara sunulmuştur. Yüzyıllık eser, Manga ( Japonlara özgü çizgi roman ) tarzından öyküleştirilmiş. Aslında cep kitap diyebileceğimiz kadar küçük, Kapital'in özünü ve kavramlarını, bir peynir fabrikasındaki üretim sürecini anlatacak kadar da detaylı bir kitap olmuş. Sayfa aralarında ufak anektodlar-tanımlamalar bulunuyor. Bu da Kapital'i ilk kez okuyanlar için yardımcı bir unsur olmuş. Öylesine uzun ve detaylı bir eseri, bu kadar kısa ve küçük bir formata sokmak tabiki yeterli değil ama bu kitabı da okurken Karl Marx'ın söylemek istediklerini anlamanız mümkün. Hele ki kapitalist bir dünyada yaşarken öylesine ufak detayların nasıl gözümüzden kaçtığını tekrar hatırlamak adına okunması gereken bir çizgi roman.

16 Ekim'de ilk baskısı gerçekleşen kitabın fiyatı 10,-TL. Çizimleri, kurgusu ve hikayesi gerçekten başarılı ve sürükleyici. Bir tane alıp okumanız ve kütüphanenize eklemeniz dileğiyle...


1 Kasım 2009 Pazar

İfsak ( İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği )



Küçüklüğümden beri fotoğraf çektirmeyi pek sevmem. Ama aksine birilerinin ya da bir şeylerin fotoğrafını çekmeye bayılırım. Yıllar boyunca öyle ya da böyle bir kaç tane fotoğraf makinemiz oldu. En son sahip olduğumuz Kompakt Digital Makinemizi kaybettikten sonra bu işe daha çok eğilmeye başladım. Zaten uzun zamandır çektiğim anı fotoğrafları zevk vermemeye başlamıştı. Eşimle uzun araştırmalardan sonra bir fotoğraf makinesi edindim. Ama iş makineyi almakla bitmediği için kursa gitmeliydim ve arkadaşımızın tavsiyesi üzerine tercihim İfsak'tan yana oldu.

29 Kasım 1959 tarihinde, “Erenköy Amatör Foto Kulübü” adı ile Nurettin Erkılıç’ın önderliğinde Celalettin Yavşi Ebusüudoğlu, Turgut Ekin, Kemal Kozar, Hulki Öğreten, Şinasi Özatalay ve Reşat Aşkın tarafından kurulan dernek; ilk fotoğraf sergisini 1960 yılında Galatasaray Lisesi’nde açmış. Etkinliklerini yaygınlaştırmak amacıyla, 1962 yılında bugünkü “İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği” (İFSAK) adını almış.

İfsak'ın "160. Dönem Temel Fotoğraf Semineri " ne katıldım. 7 haftalık bir süreci kapsayan , çok detaylı olmayıp sadece başlangıç seviyesindeki bir seminerdi bu. Hafta içi ya da hafta sonu tercihi bulunan, 2 kez çekim gezisine gidilen eğlenceli ve faydalı bir semine oldu. Devamı için de önünüze pek çok seçenek sunabiliyor İfsak. Artık  tercih size kalmış, ne yapmak istediğinize karar verip o doğrultuda eğitim alabilirsiniz.

İfsak'ta eğitmenler dahil herkes gönüllü olarak orada çalışıyor. Gönül verenler bir arada olduğu için her şey fazlasıyla yapıcı, öğretici ve samimi. Fotoğraf ve sinema ile ilgili her şeye bir cevap  ya da bir ilgili bulamamak gibi bir durum kesinlikle söz konusu değil. Çünkü amaç hep daha iyiye ulaşabilmek. İfsak'ta pek çok seminer ve atölyeler bulunuyor. Bunları internet sitelerinden takip edebilmeniz mümkün.

İfsak, Taksim'de, Ayhan Işık Sokak'ta eski bir binanın 3 katını kullanıyor. Öğlen 12.00 den itibaren açılıyor. Seminer ve atölyeler süresince de açık kalıyor. Her hafta fotoğraf ve sinema üzerine bir etkinlik muhakkak oluyor İfsak'ta . Üstelik çoğu etkinlik de ücretsiz.

Bir kere tanıştıktan sonra bir ayağınızın hep orada olacağına eminim. O havayı soluduktan sonra ayrı kalmanız mümkün değil.

En kısa sürede İfsak'la tanışmanız dileğiyle... 

İnternet Sitesi: www.ifsak.org.tr