30 Ağustos 2010 Pazartesi

Balkanlar'da 6 Ülke Serüveni - Tiran

Bugünkü yolculuğumuz turun en uzun yolculuğu oldu. Sınır kapılarından geçişler dahil olmak üzere neredeyse 12 saate yakın bir yolculuk yaptık. Bu uzun yolculuk süresinde gördüğümüz ve turumuzun dördüncü ülkesi olan Arnavutluk'un başketi Tiran bizim için tam bir hayal kırıklığı oldu. Bu kadar dış dünyaya kapalı ve dolayısıyla gelişememiş bir ülke ile karşılaşmayı beklemiyordum açıkçası.

Karadağ'dan ayrılıp İşkodra Gölü üzerinden Arnavutluk'a giriş yaptık. İşkodra Gölü, Arnavutluk ile Karadağ arasında kalan, Balkanlar'daki en büyük göl. Gölün Karadağ tarafında kalan kısmı 1983 yılında milli park ilan edilmiş. İşkodra Gölü'nün en önemli özelliği Avrupa'da kalan son pelikanların burada yaşıyor olması. Ayrıca 64 çeşit balık ve 240'tan fazla kuş türü ile Avrupa'nın en zengin doğa alanlarından bir tanesi İşkodra Gölü.

Karadağ - Arnavutluk arasındaki yollar çok kötü. Bu nedenle yorucu bir yolculuk oldu bizim için. Arnavutluk'ta ilk durağımız başket Tiran. Başket Tiran, ülkenin kalbi durumunda. Sanırım en gelişmiş ve düzenli şehri Tiran olsa gerek. Şehrin merkezi, geniş cadde ve bulvarların oluşturduğu İskender Bey Meydanı. Zaten bu meydana geldiğinizde hem biraz Arnavutluk'un tarihini hem de burada görülmesi gereken yerleri keşfedip Tiran gezinizi tamamlayabilirsiniz. İskender Bey Meydanı'ndaki en önemli eser Osmanlı Dönemi'nden kalma Ethem Bey Camii. Özellikle dış cephe süslemeleri ve duvarlardaki betimlemeler tek kelimeyle harika. Tek kubbeli ve tek minareli cami, Enver Hoca'nın yıktırmadığı ender camilerden bir tanesi. Ethem Bey Camii'nin hemen yanıdan bulunan saat kulesi 1830 yılında inşa edilmiş.
Camii ve saat kulesinin karşısında bulunan Milli Tarih Müzesi ve Opera Binası da görülmeye değer yerler arasında bulunuyor. Arnavutluk'ta en çok duyacağınız isimler Enver Hoca ve Rahibe Teresa. Enver Hoca dönemi Arnavutluk'ta tam 41 sene sürmüş. Bu kadar dışa kapalı bir ülke olmalarının baş mimarı olarak söyleniyor Enver Hoca. En sert uygulamalarından biri de ülkede dini yasaklamış olması. Resmi dini ateist olan tek ülke durumundaki Arnavutluk, Enver Hoca döneminden sonra bu konuda daha esnek hale gelmiş. Ülkenin yaklaşık %70'inin bir dine mensup olduğu Arnavutluk'ta müslümanlar bu oranın %60'ına sahip.
Rahibe Teresa... Gerçek adı Agnes Gonca Boyacı olan Rahibe Teresa, Üsküp'te doğmuş olmasına rağmen Arnavut kökenli bir ailenin çocuğu olduğu için Arnavutlar için büyük bir gurur kaynağı olmuştur. Rahibe Teresa'nın insanlık adına yaptıkları 1979 yılında Nobel Barış Ödülü ile taçlandırılmış olsa da Arnavutluk'ta pek çok yerde fotoğrafını, büstünü ve bulvarlara - meydanlara, havaalanına ve caddelere verilen adını görmeniz mümkün.
Öğlen yemeğimizi Sheraton Oteli'nin arka tarafında bulunan Juvenilja Restaurant'ta yedik. Kale görünümlü mekan 2 kattan oluşuyor. Bizim tercihimiz Elbasan Tava, Arnavut Ciğeri, Pizza ve Makarna'dan yana oldu. Ülkemizde yediklerimize çok fazla benzememekle beraber yine de yenilebilir olduğunu söyleyebilirim. Şu ana kadar tur boyunca içtiğim en lezzetli su da buradaydı.
Arnavutluk'ta dikkatlerden kaçmayacak en önemli şeylerden biri hemen hemen her evin kapısında göreceğiniz Mercedes marka otomobiller, diğeri ise canlı bahis oynanabilen mekanlar.  Eski ya da yeni farketmez Arnavutlar'ın tercihi Mercedes otomobiller olmuş. Kiminin direksiyonu sağ tarafta kimininki ise sol tarafta. Bunların bir kısmının çalıntı olduğu söyleniyor. Hatta Arnavutlar'ın yer altı dünyasında ciddi söz haklarının olduğu da söyleniyor.
Tiran'dan ayrıldıktan sonra Elbasan üzerinden Makedonya'ya geçiş yaptık. İki ülke arasındaki farklılık bu kadar mı kendini belli eder. İstikamet iki gün kalacağımız Ohrid ...

24 Ağustos 2010 Salı

Balkanlar'da 6 Ülke Serüveni - Kotor, Budva

Turumuzun üçüncü ülkesi Karadağ. Yugoslavya'nın dağılmasından sonra önce yeni Yugoslavya'da kalan ülke, 2003 yılında Sırbistan - Karadağ Federasyonu'nu oluşturmuş ama nihayetinde 2006 yılında bağımsızlığını ilan etmiş. Karadağ, Kosova'dan sonra dünyanın en yeni ikinci ülkesi konumunda bulunuyor. Para birimi Euro olan Karadağ'ın başkenti, bizim de konaklayacağımız Podgorica şehri.


Dubrovnik'ten sonra Karadağ daha da merak uyandıran bir şehir oldu bizim için. Özellikle Adriyatik Denizi kenarında uzun bir sahil şeridine sahip olması bu merakımızın ana nedenlerinden biriydi. Karadağ'da Herceg Novi'de konaklamıştık ama asıl merak ettiğimiz yerler bugüne kalmıştı. İstikamet, körfeze de adını veren Kotor. Öncelikle Kotor Körfezi'nin çok muhteşem bir görüntüye sahip olduğunu belirtmeliyim. Körfez, Bokelj adlı Orenj Dağları'ndan gelen bir nehrin yaptığı bir kanyon, yani doğal bir liman. Dar boğazlarla birbirine bağlanan dört koydan oluşuyor. Körfezin çevresini dolaşabileceğiniz gibi körfezin en dar yerinden arabalı vapurla da geçebiliyorsunuz.


Kotor ... Tam bir Ortaçağ şehri. Zaten UNESCO tarafından koruma altına alınmış bir şehir. Surlarla çevrili Stari Grad( Old City ) gezeceğiz. 1979 yılında büyük bir deprem geçiren Kotor, Unesco tarafından orjinaline uygun bir şekilde restore edilmiş. Kotor, önemli bir turizm şehri. Bunu limandaki gemilerden ve tur otobüslerinde anlamanız mümkün. Biz şehre deniz tarafındaki kapıdan giriş yaptık. Bu kapıdan girdikten sonra karşınıza çıkan meydan, şehrin en büyük meydanı olan Silahlar Meydanı. Bu meydanda büyükçe bir saat kulesi ve hemen önünde piramit şeklindeki utanç duvarını göreceksiniz. Saat kulesi 17. yüzyıldan kalma, mekanizması ise 19. yüzyılda takılmış. Saat halen faal durumda ve İsviçreli ailenin torunları tarafından bakımı yapılıyor.


Kotor dar sokakları olan ve bu sokakların her birinin farklı meydanlara çıktığı bir şehir. 12 ayrı saray, çeşitli katedral ve kiliseler bulunan Kotor'un koruyucusu Aziz Tryphon. Onun adına yapılmış olan katedral ise görmeye değer. Sokak aralarında ve meydanların civarında şehrin önde gelen ailelerine ait saraylar bulunuyor. Aslında saraydan daha çok malikaneye benziyor ama Karadağlılar saray demeyi tercih ediyorlar. Bu saraylardan birisi de balkonu olduğu için en güzel saray seçilen Pima Sarayı. Drago Malikanesi, belediye binası, Kotor Denizcilik Müzesi binası olarak kullanılan Grigurana Malikanesi, Aziz Nikola Kilise'si, Aziz Luka Meydanı'na giden yoldaki şehir arşivi ve dedikodu meydanı olarak nitelendirilen küçük alandaki su kuyusu da görülecek yerler arasında bulunuyor. Ayrıca çin seddine benzeyen surlara tırmanmanız ve tepedeki kalesine ulaşmanın mümkün. Tabiki dayanabilirim diyorsanız. Çünkü oldukça dik bir yokuşa sahip. Yakın gelecekte teleferik inşa etme sözü almış Kotorlular ama pek inandıkları da söylenemez.


Kotor'dan ayrılmak zor oldu ama yolculuğumuz devam ediyor. İstikamet, Avrupa sosyetesinin son gözdesi Budva. Budva, Karadağ'ın en turistik bölgesi. Ne de olsa Karadağ'ın en güzel plajları burada. Bir de Adriyatik Denizi kıyısındaki diğer yerler gibi taşlık değil, kumsala sahip bir yer Budva. Kotor gibi Budva'nın da surlarla çevrili eski şehri bulunuyor. Kotor kadar büyük olmasa da dar sokakları ve ardındaki kocaman deniz manzarası oldukça etkileyici. Yine bir kaç küçük kapıdan giriş - çıkış yapabilirsiniz. Kotor'da olduğu gibi burada da İtalyan etkisi çok net görünüyor. Sveti Jovan kilisesi, Kutsal Üçleme Kilisesi, Aziz Sava Kilisesi, kalesi, Roma döneminden kalma hamam kalıntıları görülebilir yerlerdendir. James Bond filmlerinden "Casino Royale" filminin Budva'da Hotel Splendid'de çekildiğini de belirteyim. Budva'dan ayrılıp gece konaklayacağımız Podgorica'ya giderken St. Stefan adasını da görebilirsiniz. Ada kayaların üzerine kurulmuş ve dar bir yolla anakaraya bağlanmış. Ünlülerin gözde tatil mekanı olduğu için ünlenen St. Stefan'a kocaman bir tatil köyü inşa edilmiş.

Ve akşam Karadağ'ın başkenti Podgorica'da konaklıyoruz. Başkent olmasına rağmen oldukça sade, sessiz ve gösterişsiz bir şehir Podgorica. Bir sonra ki durağımız Arnavutluk'un başkenti Tiran üzerinden Ohrid ...


18 Ağustos 2010 Çarşamba

Balkanlar'da 6 Ülke Serüveni - Dubrovnik

Bugünkü tur programımızda sahil şehirlerini gezeceğiz. Ve bu şehirlerin başında tabiki çoğumuzun bildiği ya da duyduğu Dubrovnik geliyor. Karadağ'da, Herceg Novi'de güne başladık ve yolculuğumuz Hırvatistan'a, Dubrovnik'e doğru...

Dubrovnik'e gitmeden önce geçmemiz gereken iki tane sınır kapısı var. Biri Karadağ'dan çıkış için diğeri de Hırvatistan'a giriş için. Çıkışımız kolay olsa da Hırvatistan'a girmek o kadar da kolay olmadı. Hem sınır kapısının yoğunluğu hem de pasaport işlemlerinin biraz daha detaylı yapılması nedeniyle bir süre beklemek zorunda kaldık. Ama sonrası tüm bunlara değdiğini gösterdi bize.


 Dubrovnik, Hırvatistan'ın en önemli tatil şehri. Hatta Adriyatik'in incisi bile deniyor onun için. Tarihteki ilk cumhuriyetlerden birisi Dubrovnik, yani Ragusa Cumhuriyeti. 1991 yılında bağımsızlığını ilan eden Hırvatistan'da özellikle bu bölge Sırplar'ın ve Karadağlılar'ın saldırılarıyla fazlasıyla tahrip edilmiş. 2005 yılında UNESCO tarafından finanse edilerek şehir orjinaline sadık bir şekilde yeniden inşa edilmiş ve Dünya Mirasları Listesi'ne alınmış. Biz şehrin kale içi mevkii gezebildik sadece. Ama ayrılırken çok daha uzun bir süre için buraya gelmemiz gerektiğine karar verdik.

Dubrovnik'te surların içerisinde şehri gezmek için kullanmanız gereken iki tane kapı var. Biz şehrin ana giriş kapısı olan Pile Kapısı'ndan giriş yaptık, Ploçe Kapısı'ndan da çıkış. Pile Kapısı'nın hemen üstünde şehrin koruyucusu olan Aziz Blaise'nin heykeli bulunuyor. Elinde de Dubrovnik'in küçük bir maketi var. Aziz Blaise aslında Dubrovnik ve civarında hiç yaşamamış. Rivateye göre bir gece Aziz Blaise, Dubrovnik'teki papazın rüyasına girerek ona ertesi gün Venedikliler'in saldıracağını söylemiş. Dubrovnikliler ertesi gün Venedikliler'in saldırısına uğramış. Ama Aziz Blaise'nin uyarısı sayesinde hazırlık yaptıkları için Venedikliler şehri ele geçirememiş. O gün bugündür Aziz Blaise, Dubronvik şehrinin koruyucusu olmuş. Heykelini hem giriş kapısını üzerinde hem de şehrin içerisindeki pek çok yapıda görebilirsiniz. Hatta kendi adına kilise ve katedral de bulunuyor. Bu arada Aziz Blaise'nin 8. yüzyılda şimdiki Sivas'ta yaşadığı söyleniyor.


Pile Kapısı'ndan girdikten hemen sonra sağ tarafta siyah renkte bir mekanizma göreceksiniz. Bu mekanizma 15. yüzyıldan kalma ve orjinal bir mekanizma. Şehrin kapıları bu mekanizma sayesinde hava aydınlanınca açılıyor, hava kararınca kapatılıyor. Buradan şehrin içine girmek için ilerlediğinizde girişe yakın Dubrovnik'in haritasını göreceksiniz. Haritayı incelediğinizde de üzerindeki üçgen, yuvarlak şekilleri ve kırmızı noktaları görecekseniz. Bu şekiller ve noktalar şehrin yanan ve bombalanan yerlerini gösteriyor. Göreceksiniz ki, şehrin %75-80'i ciddi anlamda zarar görmüş.


Surlar, Duvrovnik'in simgesi sayılıyor. Uzunluğu yaklaşık 2 km civarında. Bu surlar üzerinde 10 tane burç ve Adriyatik Denizi'ne bakan 3 tane kule mevcut. Buralara çıkabilmeniz mümkün. Pile Kapısı'ndan girdikten sonra karşımıza Onofrio Çeşmesi çıktı. Şehrin en iyi bilinen ve en eski anıtlarından birisi bu çeşme. 16 adet bölmesi bulunan çeşmenin rölyefleri oldukça ilginç. Çeşmenin hemen karşısında Fransisken Manastırı bulunuyor. Bu manastırın en önemli özelliklerinden bir tanesi de içerisinde 14. yüzyıldan kalma, Dünya'nın en eski ve hala açık olan eczanesinin bulunması. Ayrıca içerideki müze de görülmeye değer.


Dubrovnik'te neredeyse tüm binalar çok eski zamanlardan kalma. Bu nedenle sürekli bir yerlere bakmaktan alamıyor insan kendisini. Placa ya da Stradun caddesinden yürüyerek ulaşılan Loggia Meydanı, bu tarihi binaların merkezi sayılabilir. Orlando Sütunu, saat kulesi ( üzerinde bulunan sarı top ayın durumunu gösteriyor ), Sponza Sarayı, Dubrovnik Katedrali ( Meryem Ana'ya adanmış ) ve Rector ( Rektörler ) Sarayı bunlardan bir kaç tanesi. Ayrıca pek çok kilise ve katedral görmeniz de mümkün. Caddenin sonundan, Gümrük Binası'nın yanından şehrin limanına ulaşabilirsiniz. Her ne kadar biz görmemiş olsak da Duvrovnikliler'in kendilerine özgü inşa ettikleri gemileri ünlüymüş.


Rehberli turumuzdan sonra artık serbest zamanımız var. Bu da demektir ki şehri süratli bir şekilde keşfetmemiz ve bir ara yemek yememiz gerekiyor. Şehir insanı kendine çok fazla çekiyor ve her daim kalabalık. Sadece ana caddesi değil, küçük ve dar ara sokakları da görülmeye değer. Bu sokaklarda yaşayan insanları, evleri ve asılan çamaşırları görebilmeniz de mümkün. Mesela buradaki evler 4 katlı. En alt kat dükkan, bunun üzerinde oturma odası ve yatak odası bulunuyor. En üst katta da mutfak bulunuyor. Mutfakların en üst katta olma nedeni ise yangın tehlikesine karşı önlem almak. Ana cadde üzerindeki cafe ve restaurantlardan daha çok bu ara sokaklardaki mekanlar revaçta. Biz de yemek tercihimizi bu sokaklardan birinde kullandık: Konoba Sebatıan 'da, Türkçe menüden seçim yaparak yedik yemeklerimizi üstelik. Restaurant'ın sahibi İbrahim Yüzer ilgilendi bizimle. Aklımıza gelen her şeyi sorduk kendisine. Yolunuz düşerse uğramalısınız ( http://www.restaurantsebastiandubrovnik.com/ ) .

Yemek sonrası biraz alışveriş, biraz fotoğraf çekimi derken serbest zamanımız da bitirdik. Buraya kadar gelmişken kem kendiniz için hem de hediye etmek için şarap ( Dingac kırmızı şarabı ), bademli çikolata, Hırvat bebekleri ve tabiki kravat alabilirsiniz. Fiyatların çok ucuz olduğunu söyleyemem ama güzel alternatifler olduğunu belirtmeliyim. Dubrovnik'te yapılacak o kadar şey ve görülecek o kadar yer var ki. Biz gidemedik ama Elafiti Adaları, görülmesi gereken yerlerin başında geliyor. Koloçep, Lopud ve Şipan adalarından oluşan Elafiti Adaları herkes tarafından tavsiye edilmektedir. Dubrovnik'te denize girmeniz mümkün ama uzun kumsallar beklemeyin.

Dubrovnik'ten ayrılmak üzücü oldu bizim için. Ne de olsa çok fazla zaman ayıramadık. Bizi avutan şey ise Kotor ve Budva'ya doğru yola çıkışımız oldu...

13 Ağustos 2010 Cuma

Balkanlar'da 6 Ülke Serüveni - Mostar , Blagaj , Poçitel

Uzun bir serüven olacağını baştan bildiğimiz turumuzda ikinci durağımızdı Mostar. Saraybosna'ya uzaklığı yaklaşık 140 km olmasına rağmen kullandığımız yolun gayet güzel olması ve gördüğümüz manzaranın da son derece etkileyici olması nedeniyle hiç bir şey anlamadık yolculuktan.

Mostar'a ulaşmadan mola verdiğimiz tek yer, Jablanica oldu. Merkezden yaklaşık 2-3 km sonra mola verdiğimiz Zdrava Voda ( http://www.zdravavoda.co.ba/ ) isimli restaurantın sahip olduğu manzara çok güzeldi. Ayrıca burada gördüğümüz kuzu çevirmeleri de yazmazsam haksızlık etmiş olurum. Bir de bu restaurantta masalarda bulunan mavi renkteki Bosna Hersek haritalarını ücretsiz edinebilirsiniz. Jablanica, İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerin işgali altındaymış. Jablanica'lılar Nazilerden kaçarken nehir üzerindeki köprüyü ve tren yolunu patlatmışlar. Hala aşağıya sarkan tren yolunu görebilirsiniz. Hatta tren yolunun üzerindeki treni de. Mavi, yeşil hatta turkuaz rengine dönüşen Neretva Nehri boyunca ilerleyerek Mostar'a ulaştık.


Mostar ve Mostar Köprüsü. Belki de Balkanlar'da yaşanan savaşa dair hepimizin en net hatırladığı yer. Neretva Nehri kıyısında kurulmuş bir şehir Mostar. 1566 yılında Mimar Sinan'ın öğrencisi Mimar Hayrettin tarafından inşa edilmiş olan Mostar Köprüsü ile bildiğimiz ve sevdiğimiz bir şehir Mostar. Yaklaşık 120.000 nüfusa sahip olan Mostar'daki binalarda da kurşun, şarapnel ve bomba izlerini görmeniz mümkün. Mostar Köprüsü'ne yürürken, bu köprünün mimari denemesi için yapılmış olan, daha eski ama pek bilinmeyen köprüyü ( Kriva Cuprija Köprüsü ) görebilirsiniz.  Mostar Köprüsü, şehrin simgesi durumunda. Hala eski önemi devam ediyor. Ama insan yine de eski köprüyü yerinde görmeyince üzülmüyor değil. Ne de olsa Mostar'da yaşayan farklı etnik grupları bir araya getiren, onları birbirine bağlayan, hoşgörü ve kültürel çeşitliliğin sembolü olan yegane köprüymüş Mostar Köprüsü. Savaş boyunca Sırplar tarafından saldırılara uğrayan köprü malesef Hırvatlar tarafından yıkılıp, Neretva Nehri'nin sularına gömülmüş.


Mostar Köprüsü'nün yıkılması manevi anlamda en büyük darbe olmuş Müslümanlara. Geleneklere göre şehrin erkekleri düğünden önce nişanlılarına cesaretlerini ispat etmek için 24 metre yükseklikteki bu köprüden atlıyormuş. Günümüzde ise gençler ziyaretçilerden para toplayarak ve gösteri amaçlı olarak atlıyor bu köprüden. Köprü, eski haline uygun olarak UNESCO ve Dünya Bankası'nın desteğiyle Türk şirketi Er-Bu tarafından yeniden inşa edilmiş. 2002'de başlayan çalışma 2003 yazında sona ermiş. Köprünün yeniden inşaası için nehir yatağında bulunan orjinal taşların bir kısmı çıkarılmasına rağmen suyun içinde bozulmaya uğradığı için kullanılamamış. Bu nedenle orijinal taşların çıkarıldığı ve günümüzde kapalı olan taş ocağı tekrardan bu iş için açılıp aynı ocaktan çıkarılan taşlar köprünün yapımında kullanılmış. 2005 yılında Mostar Köprüsü ve eski Mostar UNESCO tarafından " Dünya Kültür Mirasları " listesine eklenmiş.


Mostar Köprüsü'nün girişinde, hemen sol tarafta yerde bulunan taş üzerindeki şarapnel parçası ve " Don't Forget 93 " yazısı yaşananların şiddetini gösteren örneklerden biri sadece. Köprü üzerinde epey bir kalabalık mevcut. Özellikle para için atlayacak gençleri görmek için bekleyenler çok fazla. Baştan uyarayım, çok fazla beklemeniz gerekebilir bu atlayışı görmek için. Köprünün taşları çok kaygan, dikkatli yürümekte fayda var. Köprü'den Müslüman tarafına geçtikten sonra Kuyumcular (Kujundziluk) Çarşısı'ndan yürüyerek 1618 tarihinde yapılan Koski  Mehmet Paşa Camii'ne gittik. Yol boyunca gördüğümüz dükkanlar ve hediyelik eşyalara bakarak tabiki. Koski Mehmet Paşa Camii'nden ve özellikle minaresinden Mostar'a bakmanızı tavsiye ederim. Hani o fotoğraflarda gördüğümüz aynı manzara tam karşınızda çünkü. Farklı tek bir şey göreceksiniz, o da şehrin Hırvat tarafındaki dağın tepesinde bulunan büyük bir Haç !!!




Öğlen yemeği için çeşitli alternatifler bulunuyor. Fiyatlar ise makul denebilecek düzeye yakın. Turistik olmasından dolayı biraz pahalı da gelebilir. Ama nerede yerseniz yeyin, yemeğinizin gelmesini beklemeyi göze almalısınız. Biz tercihimizi köprü girişine yakın ve kocaman bir çınarın altında bulunan Sadrvan Restaurant'tan yana kullandık ve karışık - yöresel yemekler söyledik. Yemekten sonra istikamet Blagaj ve oradan da Türk köyü olarak bilinen Poçitel.


Blagaj, Mostar'a 10 -15 dakika uzaklıkta bulunuyor. Burada Bosna'nın ilk tekkesi, Sarı Saltuk'un tekkesi bulunuyor. Bu topraklar Osmanlı'ya dahil olmadan önce kurulmuş, 550 yıllık bir Bektaşi Tekkesi olan Sarı Saltuk Tekkesi. Sadece din ve tasavvuf merkezli olmayan ve insanlara huzur veren bir yer olmasıyla da biliniyor. Tekke'nin yanında Sarı Saltuk'un türbesi bulunuyor. Efsaneleşmiş bir Türkmen, Bektaşi / Alevi inanç önderi olan Sarı Saltuk'un Fatih Sultan Mehmet'in oğlu, Cem Sultan'ın derlediği Saltukname'de 12 tane türbesinin bulunduğu belirtiliyor. Çok fazla ziyaretçisi olduğunu söyleyebilirim. Bu tekkeye geldiğinizde göreceğiniz en ilginç ve güzel şeylerden biri de tekkenin hemen yanındaki mağarada su yüzüne çıkan Buna Nehri'nin kaynağı. Saniyede 43.000 litre su akıtan Buna, kaynağına kadar 19 km lik bir nehir olma özelliği taşıyor. O gürül gürül akan suyun kaynağının bu mağara olduğunu görmek çok ilginç gerçekten de. Nehrin suyu çok soğuk, bir iki dakikadan fazla durulabileceğini zannetmiyorum ama her şeyiyle insanı kendisine çektiği kesin.


Blagaj'dan sonra Poçitel'e doğru devam ettik. Poçitel'in kelime anlamı " başlangıç ". Türkler'in Bosna topraklarında kurduğu ilk köy olma özelliğine sahip. Neretva Nehri'nin kenarında bulunan bir tepeye kurulmuş olan köyün eski taş yapıları, arnavut kaldırımlı sokakları, karşılıklı konumlanmış olan kaleleri, gözetleme kulesi, eski Türk Hamamı, Şişman İbrahim Paşa Camii ve kivi ağaçları görülmeye değer. Özellikle köy halkının küçük kese kağıtlarında sattığı kuru ve yaş meyveler çok iştah açıcı. Savaş öncesi yönetmenlerin ve ressamların gözde yerlerinden biriymiş Poçitel. Nam-ı diğer kaderin ve aşkın köyü...

Poçitel'den ayrıldıktan sonra Stolac ve Trebinje üzerinden Karadağ sınır kapısına geldik. Stolac'dan sonra Bosna Hersek içindeki Sırp Cumhuriyeti başlıyor. Trebinje'de ise Bosna'nın ekilebilir nadir toprakları bulunuyor. Karadağ'a giriş yapabilmek için önce Bosna Hersek'ten çıkış yapmamız gerekiyor. Korkulanın aksine hem Bosna'dan çıkışımız hem de Karadağ'a girişimiz çok kolay oldu. Ama pasaportlarımıza damga yemekten kurtulamadık.

Karadağ'da Herceg Novi'de konakladık. Herceg Novi, Kotor Körfezi'nde bulunan bir sahil şehri. Akşam üstü saatlerinde, şehir merkezine 10 dakikalık bir uzaklıkta bulunan dört yıldızlı Hotel Riviera'ya yerleşme fırsatı bulduk. Otelimiz beklediğimizden çok daha iyiydi. Tipik bir tatil köyü havasında, denize sıfır bir oteldi. Saat daha erken olduğu için Adriyatik Denizi'ne girme fırsatını da yakalamış olduk böylece. Gün boyu yapılan yolculuktan sonra böyle bir ödülü hakettiğimizi düşünüyorum.

Ertesi sabah rotamızın ilk durağı belli; Dubrovnik ...

10 Ağustos 2010 Salı

Balkanlar'da 6 Ülke Serüveni - Saraybosna

Gidelim mi gitmeyelim mi derken geçen hafta Balkanları gezdik, gördük ve tanıdık. Aslında tanımaya ve oraları, oradaki insanları ve hayatı anlamaya çalıştık dersem daha doğru olur. Bir rüya gibi geldi geçti Balkanlar. Ardından hissettiklerim, gördüklerim, duyduklarım, yaşadıklarım ve paylaşacaklarım kaldı geriye.

Haziran ayında karar verdik bu turu yapmaya. Niyetimiz Temmuz ayında olmasıydı ama kısmet Ağustos ayına oldu. Temmuz ayında gitsek belki bu kadar sıcak olmazdı ama ramazan ayı gelmeden gitmemiz de şarttı. Program içeriği ve tur şirketinin bildik olmasından dolayı tercihimiz Pronto Tur'un " Balkanlar'da 6 Ülke " turundan yana oldu. Bir kaç ufak olumsuzluk dışında başta rehberimiz İsmail BAYKURT olmak üzere turdan memnun kaldık. İstanbul, Eskişehir, Denizli, Gaziantep ve Malatya'dan katılan 40 kişilik kalabalık bir grup olmamıza rağmen aramızdaki uyum ve enerji çok güzeldi. Kolay değil, toplamda 2.000 km yol yaptık ve en ufak bir sorun yaşamadık.

Serüvenimizin başlangıç durağı Bosna Hersek'in başkenti Saraybosna, nam-ı diğer Sarajevo idi. Yaklaşık 2 saatlik bir uçak yolcuğundan sonra geldik Saraybosna'ya. Vizesiz bir tur olduğu için pasaport kontrolünde vakit kaybetmeden ülkeye girişimizi yaptık. Önce Ilıdza bölgesinde bulunan ve bir gece konaklayacağımız 4 yıldızlı Hotel Hollywood'a doğru yola koyulduk. Otelimizin odaları, yemekleri ve sahip olduğu olimpik yüzme havuzu çok başarılı idi. Ilıdza bölgesi, Türkler'in yoğun olarak yaşadığı ve 90'lı yılların başında yaşanan savaşta en çok bombalanan bölge olduğu için dikkat çekiciydi. Ama geceleri dışarı çıkabileceğiniz ve eğlenebileceğiniz mekanların olması da sevindiriciydi. Kısa süreli bu yolculuğumuz sırasında gördüğümüz şehitlikler ve binalardaki kurşun izleri bizleri fazlasıyla kendimize getirmeye yetti. Evet, hüznün şehri Saraybosna'daydık artık.

Bosna Hersek, Yugoslavya dağıldıktan sonra kurulan 7 federe ülkeden bir tanesi. 1 Mart 1992 yılında bağımsızlıklarını yapılan referandum sonucu ilan etmişler. Yaklaşık 6 milyon nüfusa sahip ülke, üç etnik gruba sahip: Boşnaklar, Hırvatlar ve Sırplar. 1995 yılında sona eren savaş sonrası imzalanan Dayton Barış Antlaşması çerçevesinde Bosna Hersek'te yönetim bu grupların kurduğu birimlere bölünmüş. Müslüman Boşnaklar ve Katolik Hırvatlar Bosna Hersek Federasyonu'na, Ortodoks Sırplar ise Sırp Cumhuriyeti'ne bağlı kalmışlar. Her üç etnik grubun kendi temsilcisinin olduğu ve hakların eşit olduğu Bosna Hersek'te ülkemizdeki Cumhurbaşkanı'na eş olan bir de Yüksek Temsilci bulunuyor. Bu temsilci ise 8 ayda bir değişiyor. Sonuç olarak hem ekonomik hem de siyasi bakımdan oldukça karışık bir ülke Bosna Hersek.

Başkent Saraybosna, Dinar Alpleri'nin ortasında, Miljacka Nehri'nin ( Neretva Nehri'nin bir kolu ) etrafına kurulu bir şehir. Nüfusu yaklaşık 600.000. Şehir sahip olduğu dini çeşitlilikle tanınıyor. Müslümanlık, Katoliklik, Ortodoksluk ve Musevilik bir arada olduğu için Balkanlar'ın Kudüs'ü olarak kabul ediliyor Saraybosna. Sırplar tarafından yapılan katliamın en çok kan akıttığı yerlerin başında geliyor malesef. Kaldığımız otelden şehir merkezine giderken bu durumu çok net bir şekilde gördük. Dedikleri gibi masum ve güzel bir şehir Saraybosna. Bu durumu orada yaşayan insanlarda da görebilmeniz mümkün. Hala bir korku ve endişeye hakimler. Ve hala dimdik duramıyorlar. Şehrin çeşitli yerlerindeki şehitlikler, binalarda hala görülen kurşun, şarapnel ve bomba izleri ile  yerlerde görülen pembe renkli izler yaşananları asla unutturamayacak şeyler. Özellikle yerlerde görebileceğiniz ve Saraybosna Pembeleri veya Gülleri olarak adlandırılan  pembe izlerin savaşta dökülen kanların izlerini temsil ettiğini bilmek insanın bir kez daha yutkunmasına neden oluyor. Belli ki kimse yaşananları unutmak istemiyor. Verilen 250.000 şehiti unutmak mümkün mü ki ...



Kaldığımız otelden Saraybosna'nın şehir merkezine kadar devam eden tramvay hattı boyunca ilerleyerek Başçarşı'ya geldik. Söz konusu tramvay hattının Osmanlı'dan kaldığını, Avrupa'nın en eski tramvay hattı olduğunu ve üç farklı tramvay olduğunu da söyleyeyim. Yol üstünde Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasına neden olarak gösterilen ve Arşidük Franz Ferdinand'ın fanatik bir Sırp genci tarafından öldürüldüğü Latin Köprüsü'de göreceğiniz yerlerden bir tanesi. Otobüsümüz bizi Miljacka Nehri'nin kenarında bıraktı. Bıraktığı yerde bulunan Ulusal Kütüphane, savaş sırasında bombalanmış ve içerisinde bulunan yaklaşık 2 milyon kitap ile birlikte yanmış. Uzun süredir devam eden restorasyon çalışmaları nedeniyle içerisini ziyaret etme şansımız olmadı.



Başçarşı'nın meydanında bizi Saraybosna'nın simgesi haline gelmiş olan Sebil karşıladı. Rivayete göre bu Sebil'den su içen aşıklar hiç ayrılmazmış. Biz de suyumuzu içtik ve Başçarşı'nın içine doğru yola koyulduk. İlk ziyaret edeceğimiz yer, 1531 yılında yapılan Gazi Hüsrev Bey Camii oldu. Savaş sırasında çok fazla zarar gören cami, dış yardımlar sayesinde ama aslına uygun olmayan biçimde restore edilmiş. Gazi Hüsrev Bey'in Türbesi de caminin avlusunda bulunuyor. Avlunun hemen dışında Gazi Hüsrev Bey Çeşmesi'ni görebilirsiniz. Yine rivayete göre bu çeşmeden su içenler tekrar tekrar buralara gelirmiş. Burada da suyumuzu içmeyi ihmal etmedik tabiki. Gazi Hüsrev Bey Bezistanı, Hz. İsa Kilisesi, Saraybosna Katolik Katedrali, Ortodoks Kiliseleri, Musevi Sinagogları, Fatih Camii, İnat Kuca Evi ve Morıca Han  görmeniz gereken yerlerin başında geliyor. Bir de biz gidemedik ama havaalanı yolu üzerinde bulunan ve savaş sırasında hayatta kalmak için kazılan 800 metre uzunluğundaki Yaşam Tüneli'ni de görmelisiniz. Ayrıca Morıca Han'a gidip yöreye özgü Boşnak Kahvesi'ni ( Kafa ) lokumuyla beraber içmenizi tavsiye ederim.

Başçarşı'dan çıkıp Pazaryeri Katliamı'nın yapıldığı alana, oradan da İkinci Dünya Savaşı sonrası yapılan ve üç dilde de barışla yaşayacaklarına yemin ettikleri Tito'nun Barış Ateşi'ne gittik. Ateş hala yanıyor olsa da yaşadıkları iç savaş nedeniyle bu yeminlerine malesef sadık kalamamışlar. Yaptığımız ziyaretlerden sonra sıra geldi yemek yemeye. Saraybosna'ya kadar gelmişken yenmesi gereken yiyeceğin başında tabiki Boşnak Böreği ve Cevapi Köfte geliyor. Cevapi Köfte, yarım pide içerisinde 12 adet köftenin bulunduğu,soğan ve kaymak ile servis edilen, ülkemizdeki Tekirdağ köftesine şekil olarak benzeyen ama tadı köfteden ziyade kebabı andıran bir yiyecek. Porsiyonun fazlasıyla doyurucu olduğunu belirtmeliyim. Aynı şekilde Boşnak Böreği de çok leziz. Fiyatları ise oldukça uygun. Biz yemeğimizi Başçarşı Meydanı'nda yedik ve biraz asabi bir garsona denk geldik.

Bosna Hersek'in para birimi, Konvertible Mark'tır. Kısaca KM olarak bilinir ama günlük hayatta Kayme dedikleri de oluyor. 1 KM yaklaşık olarak 1 TL ediyor. Kısa süreli alışverişimiz sırasında " Çok Memnun, Hoşçakal ve Ben de Teşekkür " diyen bir esnafla karşılamak da alışveriş için insanı daha çok cezbediyor.

Bosna Hersek ile ilgili söylenecek çok fazla şey var. Bunların içinde insanın içini en çok burkan şeylerden biri de Ölüm Kelebekleri olsa gerek. Gerçekleştirilen katliamlarda öldürülen insanların toplu mezarlarının yerleri pek bilinmiyormuş. Söylenenlere göre bu toplu mezarlar hem derin kazılmış hem de üstü kapatıldıktan sonra çevrenin doğal bitki örtüsüne uygun olarak yeşillendirilmiş. Tüm uğraşlara rağmen bu mezarlara bir türlü ulaşılamamış. Mevcut coğrafyanın  bazı bölgelerinde kelebek nüfusunda ciddi  artışlar gözlemlenmiş. Bu bölgeleri inceleyen uzmanlar bu bölgelerdeki bitki örtüsünde de tuhaf bir zenginleşme keşfetmişler. Bunun nasıl olduğunu anlamak için araştırma yaparlarken bu yerlerin altındaki cesetlere ulaşmışlar ve toplu mezarlara ulaşmışlar. Bu yüzden toplu mezarların etrafındaki kelebeklere Ölüm Kelebekleri denmiş.

Saraybosna, hem Bosna Hersek'in hem de acının başkenti olmuş. Bu durumdan da malesef kendini kurtaramamış. Kimi parasızlıktan kim de asla unutmamak için. Dışarından bakınca her şey normal görünse de birazcık sohbet ettiğinizde her şeyin hiç de normal olmadığını hissedebiliyorsunuz. Umarım düzelmesini umduğumuz ve dilediğimiz bu topraklarda hala yanan Barış Ateşi, eski anlamını tekrar kazanır. Hepimizden bir şeyler barındıran bu şehirden üzülerek ayrılıyoruz.

Mostar'a doğru devam edeceğiz...