13 Eylül 2009 Pazar

Kuzey Ege Turu ( Assos ve Çevresi )

3 günlük Bozcaada tatilinden sonra istikametimiz Geyikli-Ezine-Ayvacık yolu üzerinden Küçükkuyu idi. Küçükkuyu yol üzerinde olmasına rağmen oldukça şirin bir yer. Ama bizim asıl merak ettiğimiz yer Küçükkuyu’dan 4 km yukarıda ,Kaz Dağları’nın (İda Dağı) en batı ucunda bulunan, eski bir Rum köyü olan Adatepe Köyü. Bu nedenle de gün boyu gezdikten sonra gece konaklayacağımız yer de Adatepe oluyor. Köy yolu oldukça virajlı, yükseldikçe Küçükkuyu ‘yu tepeden görebiliyorsunuz.
Köyün hemen girişinde sağ tarafta Zeus Altarı (Zeus Sunağı) ve Kır Kahve karşıladı bizi. Sonra karşımıza kocaman bir çınar ağacı çıktı. Köyün meydanı burası, çınar ağacının altında şöyle derin bir nefes almak gerekiyor. Belli ki burada insanı fazlasıyla etkiyecek şeyler göreceğiz. Adatepe Pansiyon’a (http://www.adatepe.net/) eşyalarımızı bırakıp köyü gezmeye koyulduk. Adatepe Pansiyon’un sahibi Meftun Bey’den gerekli bilgileri aldıktan sonra ilk hedef Zeus Atları oluyor. 10 dakikalık bir yürüyüşten sonra tüm Edremit Körfezi’ne hakim bir manzarayla karşılaşmak büyülüyor insanı. Ama ortamın kirliliği ve yazılan yazılar da fazlasıyla üzüyor. Bu atların Zeus'un tanrıların hiyerarşisinde babası Kronos’u öldürerek en üste geçmesiyle birlikte aynı dönemde Zeus veya diğer tanrılar için insanların, hayvanların veya başka kıymetli varlıkların kurban edilebilmesi için oluşturulduğu söylenmektedir.
Zeus Altarı’ndan sonra yürüyerek köyün terk edilmiş ilkokulu olan Adatepe Taşmektep’e (www.tasmektep.com) gittik. Burada yılın pek çok döneminde düzenli olarak çeşitli konularda seminerler veriliyor. Biz gittiğimizde de bu seminerlerden birine denk geldik. Taşmektep bizi gerçekten çok heyecanlandırdı. Binanın içi, duvarları, koridoru insanı alıp eski zamanlara götürebiliyor. Dokusu bozulmadan restore edilmesi mutluluk verici.

Köyün dar ve sevimli sokaklarında yürüdükten sonra çınarın altında dinlenmeden olmuyor. İstanbul’dan sonra burası fazlasıyla doğal ve samimi geliyor insana. Uzun zamandan sonra ilk kez tavuklarla bu kadar yakın temas içerisinde bulunuyoruz. Zeus Han ve Hurmalı Kahve oturup, bir şeyler içip köyün tadını çıkarabileceğiniz yerler arasında bulunuyor. Buralara kadar gelmişken köyün en yukarındaki Hoca Kayası olarak bilinen kayaya çıkıp köye doyasıya bakmadan olmayacağı için buradaki gezimizin son durağı orası oldu. Ve işte tüm Adatepe ayaklarımızın altında. Köyün büyüsüne burada da kapılmamak mümkün değil.

Adatepe’den ayrılarak bir başka oksijen kaynağı olan Yeşilyurt Köyü’ne gittik. Bu köy , Ayvacık ile Küçükkuyu arasında, Küçükkuyu’ya 3 km uzaklıkta. Adatepe’ye göre biraz daha kalabalık ve turizme açık bir köy. Köyün büyük bir meydanı var. Burası da Adatepe gibi zeytin ve çam ağaçları arasında kalmış, taş işçiliğinin örneklerini fazlasıyla görebileceğimiz şirin bir köy. Dünya’da oksijenin en çok bulunduğu ikinci bölgede yer alan Yeşilyurt Köyü’ne gitmişken keçi peynirinden almamak olmaz deyip, alışverişimizi yaparak Assos’a doğru yola koyulduk.
Yolda ilk durağımız Küçükkuyu’daki Adatepe Zeytinyağı Müzesi (http://www.adatepe.com/) oldu. 2 katlı müzede zeytinyağının elde edilmesi sırasında eskiden kullanılan aletler sergileniyor. Müze çıkışında satış noktasından Refika’nın resminin bulunduğu zeytinyağından alıp yolumuza devam ettik. Refika bu yörede çok meşhur. Adatepe’de eskiden yaşamış bir rum güzeli. Hem Rumların hem de Türklerin kendisini çok sevdiği, ancak Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yurdu terk etmek zorunda kalan güzel. Bu duruma üzülen Türkler, o gittikten sonra dahi onun adına türküler yakmış. Düğünlerde onun türküsü okunup, dans ediliyormuş. İşte Refika’nın böyle bir hikayesi var.

Assos’a giderken, Küçükkuyu’nun içinden ve deniz kenarından gidilen yolu tercik ettik. Bu yol boyunca pek çok kamp alanı, pansiyon ve otel bulunuyor. Bu nedenle konaklama sıkıntısı yaşama ihtimaliniz hiç yok. Ama fiyatlar güney sahillerini aratmayacak kadar yüksek. Yolun sonu bizi mavi bayraklı Kadırga Plajı’na getirdi. Plaj oldukça uzun ama taşlık bir plaj. Plajla yemek yerlerinin arasından yol geçiyor. Tesisleşme yok ama şezlong ve basit bir duş yeri bulabilmeniz mümkün. Peki deniz nasıldı? Tek kelimeyle mükemmeldi. Oldukça soğuk ve kıyıdan 5-10 adım sonra birden derinleşen bir deniz olmasına rağmen içinden çıkmakta zorlandığımız bir denizdi. Hele ki şnorkelle yüzmek gibi bir şansınız varsa orada göreceğiniz balıklar sizi heyecanlandırmaya yeter, bize yetti çünkü. Yemek için yol kenarındaki pek çok alternatif bulunuyor. Ama hangisine gidersek gidelim yiyeceğimiz ilk şey meşhur Avcı Böreği oldu. Börek deyince yufkadan yapılmış bir şey bekledik ama krep arasında kaşarlı ve sosisli, tipi paçanga böreğine benzer bir börek geldi. Lezzeti derseniz, yemeden dönmemek gerek derim.
Kadırga Plajı’nda sonra Assos’un merkezine doğru yola çıktık. Assos küçük bir liman şehri. Merkezine arabayla gitmek gibi bir hatada bulunduğumuz için gerildik. Bu nedenle çok fazla zaman geçirmedik. İçerisinde inanılmaz bir araba trafiği var. Bu durumun tamamen ortadan kaldırılması şart. Deniz kenarında yemek yerken ya da otelden dışarı adımınızı attığınızda burnunuzun dibinde arabaların olması fazlasıyla can sıkıcı. Meşhur, gazeteye çıkmış dondurmasından yemeden oradan ayrılmadık tabi. Assos için romantik bir yer diye bahsetmişlerdi. Belki bu kadar kalabalık ve karışık olmasa çok doğru bir tanımlama olabilir. Hayal kırıklığına uğradığımız için oradan hemen ayrılıp önce Gülpınar’a oradan da Asya kıtasının en batı ucu olan Babakale’ye doğru yola koyulduk.
Behramkale’nin 25 km batısında bulunan Gülpınar’ a giderken aralıklarla 7-8 tane köyden geçtik. Bunların içinde ise en çok Koyunevi Köyü’nü beğendik. Gülpınar’da M.Ö. 2. yüzyılda Apollon Smintheus Tapınağı’nın yapıldığı tarihi şehir Chryse yer almaktadır. Tapınak, beldenin kuzey batısı ile kuzey doğusu arasında kalan vadinin başlangıç eteklerinde “Bahçeleriçi” olarak adlandırılan mevkide yer alıyor. Beldenin merkezine geldikten sonra biraz tabelalar biraz da belde insanından alınan yol tarifi ile tapınağa ulaşmanız mümkün. Oralara kadar gitmişken görmeden dönmeyin sakın. Gülpınar’dan ayrılarak 9 km batısında bulunan Babakale’ye geçtik. Sivri kayalıkların bulunduğu, sarsıntılı ama oldukça zevkli bir yol. Babakale oldukça küçük bir köy. Meydanında her köyde olduğu üzere bir köy kahvesi mevcut. Yolun sonu zaten sizi bu kahveye ve köyün kalesine getiriyor. Biraz daha aşağıya indiğinizde limana ulaşabiliyorsunuz. Kalenin konumu gerçekten çok güzel, her yere hakim. Karşınızda Midilli adası, pırıl pırıl bir deniz ve güneş. Köy insanının geçin kaynağı balıkçılık, bir de el sanatı olarak bıçakları var. Zamanımız kısıtlı olduğu için çok fazla kalmadan Behramkale’ye doğru yola çıkmak zorunda kaldık.
Antik çağda adı Assos olan Behramkale M.Ö. 1000. yıllardan bu yana varlığını sürdüren bir yerleşim merkezi. Bu kadar uzun bir geçmişe sahip olduğu için burada gördüğümüz tarihi eserler oldukça etkileyici; Athena Tapınağı, Tiyatro, Tarihi Su Sarnıcı, Agora, Akropol, Hüdavengidar Camii bunların başlıcaları. Behramkale’nin gerçekten etkileyici bir büyüsü var. Bu nedenle olsa gerek, 3000 yıl önce Aristo’nun burada felsefe okulunda dersler verdiği ve 3 yıl burada yaşadığı söylenmekte. Köyün tepesinden bulunan Akropol’e ve camiye gitmek için yokuşlu yoldan tırmanmanız gerekiyor. Yol boyunca köylü teyze ve amcalardan hediyelik eşya, kekik, peynir gibi şeyler alabilirsiniz. Akropol’e giriş 5,-TL, müze kart geçerli. Manzara tek kelimeyle muhteşem; Kadırga Koyu, Liman , Midilli Adası. Güneşin batışını izlemek için herkes burada.
Gün batımından sonra akşam yemeğimizi köy meydanında yöreye özgü ev yemekleri yapan yerlerden birinde yedik. Yemekten sonra yine oralara özgü fincanda pişen damla sakızlı türk kahvemizi içtikten sonra sahil yolundan Küçükkuyu’ya , oradan da Adatepe’ye geri döndük. Adatepe’de herkes köyün meydanındaki çınarın altında gecenin, sakinliğin ve temiz havanın tadını çıkarıyor. Ertesi sabah erkenden yola koyulacağımız için çok fazla oturamasak da , biz de bunların tadını çıkarabildik. Ertesi sabah köyden ve konakladığımız Adatepe Pansiyon’dan ayrılmak zor oldu. Pansiyonumuz gerçekten kusursuz ve tertemizdi. Meftun bey, titizlikle ve özenerek hazırlamış odaları tarihi iki binanın dokusunu hiç bozmadan.
Ve son gün… Yine tarihe bir yolculuk yapmak üzere çıkıyoruz yola. İstikamet Ayvacık ve Ezine üzerinden Troia (Truva-Troya) . Truva Antik Kenti, 1870 li yıllarda Alman arkeolog Heinrich Schliemann tarafından keşfedilmiş. Bulunan ve çıkarılan en önemli kalıntılar da onunla beraber önce Yunanistan’a oradan da Almanya’ya gitmiş. Farklı dönemlerde aynı yerde yedi kez kent kurulduğu ve farklı 33 katmandan oluştuğu belirlenmiş. Ancak günümüze bu kalıntılardan pek bir şey kalmamış. Giriş 15,-TL, müze kart geçerli. Önce Truva Atı çıktı karşımıza. Tahta atın içine girmek mümkün ama tam bir hayal kırıklığı. Özellikle insanımızın yazdığı yazıları görünce. Sonrasını bir rehber eşliğinde gezmek gerekiyor. Anlatılacak çok uzun bir tarihi var ama maalesef gelin görün ki gözümüzün göreceği pek bir şey yok…

Hiç yorum yok: