18 Eylül 2010 Cumartesi

Balkanlar'da 6 Ülke Serüveni - Üsküp ve Kosova

Serüvenimizin son iki günündeyiz artık. Güzel olan her şeyin bir sonu var derler ya, bu da öyle bir son olacak bizim için. Ohrid'de geçirdiğimiz harika iki günden sonra istikamet Makedonya'nın başkenti Üsküp. Bu yolculuk sırasında göreceğimiz ilk yer ise Gostivar...

Şar Dağları'nın arasından, Vardar Ovası'nda geçerek Gostivar'a ulaşabiliyorsunuz. Gostivar, Üsküp'ten sonra Makedonya'da en çok Türk'ün yaşadığı şehir. Bu durumu pek çok yerde görebileceğiniz Türkçe tabelalardan da anlamanız mümkün. Avrupa Kayak Şampiyonası'nın yapıldığı Mavrova Milli Parkı, bu şehrin sınırları içerisinde bulunuyor. Biz şehri otobüsten inmeden gezdik. 1566 yılında Osmanlılar tarafından yapılan saat kulesi, şehrin simgesi olmuş. Şara ve Galicnik denilen peynirleri, Kaymaçina isimli meşhur tatlılarıve Şar denilen çobak köpekleri de şehre özgü şeyler arasında. Gosti kelimesi " Misafir " geliyormuş. Bu da şehir halkının ne kadar misafirperver olduğunun bir göstergesi olsa gerek.


Gostivar'dan sonra hedef Kalkandelen yani Tetova şehri. Makedonya'nın kuzeybatısında, Şar Dağları'nın eteklerine ve Pena Nehri'nin kenarına kurulmuş bir şehir Tetova. Üsküp ve Manastır'dan sonra ülkenin üçüncü büyük kenti durumunda. Bizim Kalkandelen'e varış saatimiz cuma namazı saatini buldu. Burada göreceğimiz ilk yer Kanuni Sultan Süleyman'ın vezirlerinden Sersem Ali Baba tarafından 16. yüzyılda yaptırılan, Bektaşi Harabati Baba Tekkesi. Asıl adı Server Ali Paşa olan Sersem Ali Baba birden Bektaşiliğe geçmiş ve rütbelerini söküp, Balkanlar'daki bu tekkeye yerleşmeye karar vermiş. Bu nedenle Kanuni Sultan Süleyman kendisine " Sersem " demiş ve adı da bundan sonra Sersem Ali Baba olarak kalmış. Sersem Ali Baba'dan sonra tekkeye Harabati Baba hizmet vermiş. Bu nedenle tekkenin adı Harabati Baba ismiyle de anılıyor.


Tekke oldukça büyük ve geniş bir alana kurulmuş. Avlunun içerisinde bir çok bina, çeşme ve geçmişte tekkeye hizmet etmiş olan kişilerin mezerları bulunuyor. Biz tam da cuma namazı saati gittiğimiz için her yer namaz kılmaya gelenlerle doluydu. O yüzden pek de rahat gezemedik. Tekkede bazı çevrelerce yapılan işgaller nedeniyle tek göz odada yaşayan Derviş Baba ile sohbet etme şansını bulduk. Yapılan baskı ve işgal sonucu tekkenin dervişi ve müritleri ibadetlerini yapamıyorlar. Derviş Baba, burada yaşananlardan dolayı çok üzgün. Dergahın vakfına ait olan taşınmaz malların nasıl ele geçirildiğinden, tekkenin bahçesinde bulunan Erler Meydanı'nın nasıl işgal edilip cemevi dene kısmın nasıl camiye dönüştürüldüğünden, inançlarından, ibadetlerinden bahseden Derviş Baba ile uzun süre sohbet ederseniz, eminim siz de orada kalmak isteyeceksiniz. İnançlara saygı göstermeyi hala bilmiyoruz...



Tekke'den sonra göreceğimiz yer Abdurrahman Paşa Camii adıyla da bilinen, Mensure ve Hurşide Hanım adlarındaki iki kardeş tarafından inşa edilen Alaca ( Süslü ) Camii. İki kardeşin hayatları boyunca biriktirdikleri paralarla inşa ettikleri bu cami Unesco tarafından koruma altına alınmış. Hem iç hem de dış süslemeleri ve mimarisi fazlasıyla görülmeye değer. Her iki kardeşin türbesi de caminin avlusunda bulunuyor. Alaca Camii'nden sonra Üsküp'e doğru yola çıkıyoruz.


Üsküp, Makedonya'nın başkenti ve en büyük şehridir. Yahya Kemal BEYATLI'nın ve Rahibe Teresa'nın doğum yeridir Üsküp diğer adıyla Skopje. Vardar Nehri'nin iki tarafına kurulan şehirde, Arnavutlar'ın ve Türk azınlıklarının yaşadığı yer eski Üsküp, Makedonlar'ın yaşadığı yer ise yeni Üsküp olarak adlandırılmaktadır. Taş Köprü, Üsküp'ün önde gelen tarihi eserlerinin başında geliyor. Üsküp'de Türkçe eğitim veren üç İlkokul, bir tane Ortaokul, Yahya Kemal Beyatlı adına da kolej bulunuyor.


Yerel rehber eşliğinde başladığımız Üsküp gezisinde ilk durağımız, Üsküp Kalesi oldu. Kaleye doğru gelirken Amerikan Konsolosluğu'nu göreceksiniz. Ne kadar büyük olduğunu da. Hemen yanında kocaman bir Fransız mezarlığı bulunuyor. Kaleden neredeyse Üsküp şehrini ve Vardar Nehri'ni çok rahat görebiliyorsunuz. Bu kaleden çok net bir şekilde görebileceğiniz bir diğer şey ise, şehrin en yüksek dağı olan Vodno Dağı'nın tepesine dikilmiş olan 33 katlı haç. Müslümanların içinde bulundukları ortam böyle yani. Kalede hala arkeolojik kazılar devam ediyor. Kale'den Eski Üsküp'e doğru yürürken Osmanlı Dönemi'nde yapılmış olan Sveti Spas Kilisesi'ni görebilirsiniz. Dışarıdan oldukça bakımsız görünmesine rağmen içerindeki tahta oymalar görülmeye değer. Osmanlı'nın hoşgörüsü neticesinde yapılan bu kilise ilerleyen zamanda Osmanlı'ya karşı ayaklananların örgütlendiği bir merkez haline dönmüş. Hatta kilisenin avlusunda bu ayaklanmaların başını çeken Gotse DELCHEV'in mezarını da görebilirsiniz. Gotse Delchev, Osmanlı'nın hain olarak nitelendirdiği bir Makedon olmasına rağmen, burada adına müze de açılmış olan bir halk kahramanı durumunda bulunuyor.


Eski Üsküp'e doğru yürürken Mustafa Paşa, İsa Bey ve Murat Paşa camilerini görebilirsiniz. Öğlen yemeğimizi Eski Üsküp'te, Türk Çarşısı'nda yedik. Üsküp'e özgü güveçte kuru fasulyenin üzerinde köfte ve üzerine peynir rendelenmiş çoban salatadan oluşan bir menümüz vardı. Kuru fasulye biraz yağlı gelse de lezizdi. Bu arada sipariş verirken köftelerin domuz etinden yapılıp yapılmadığını sormayı unutmayın. Yemekten sonra Eski Üsküp'ü gezmeyi tercih ettik. Zaten çok da büyük bir yer değil. Günümüzde sanat galerisi olarak kullanılan Çifte Hamam, 15. yüzyılda İsa Bey tarafından yaptırılmış. Erkekler ve bayanlar için 2 ayrı girişi bulunan hamam depremde çok fazla hasar görmüş. İkinci Beyazıt döneminde sadrazamlık yapan Davut Paşa tarafından yaptırılan ve iki büyük kubbesi bulunan Davutpaşa Hamamı, Çifte Hamam gibi Üsküp'te ayakta kalabilen iki tarihi tamamdan bir tanesi.

Eski Üsküp'ten yürüyerek ve Vardar Nehri üzerindeki Taş Köprü'den geçeren yeni ve modern Üsküp'e gidebiliyorsunuz. Kimi kaynaklar Mimar Sinan tarafından yapıldığını belirtiyor. 220 metre uzunluğundaki köprünün, 13 tane kemer gözü bulunuyor. Bu kemer gözlerinin açıklıkları ise  merkeze yaklaştıkça da genişliyor. Üsküp bölgesinde Fatih Sultan Mehmet Köprüsü olarak da bilinen köprünün her iki tarafında da belediye, valilik binası, kilise ve büyük bir otel inşaatı devam ediyor. Yani köprünün manzarası epey bir değişecek.

Köprünün yeni Üsküp tarafında kocaman bir meydan olan Makedon Meydanı ( eski adıyla Tito Meydanı ) bulunuyor. Buradan trafiğe kapalı olan Makedon Caddesi'ne gidebilirsiniz. Cadde oldukça geniş, sağlı sollu şık ve lüks cafeler, mağazalar, parklar ve çeşitli konseptlerde heykeller bulunuyor. Cadde üzerinde Üsküp doğumlu olduğu bilinen Rahibe Teresa'nın adına bir müze ve kilise bulunuyor. Caddenin sonunda ise 1963 depreminde büyük hasar gören tren istasyonu bulunuyor. Şu anda şehir müzesi olarak kullanılan istasyonda bulunan saat, deprem saati olan 05.17'yi gösteriyor.

Üsküp'te bir gece kaldık. Açıkçası çok fazla tanıma şansına sahip olamadım ama gördüğüm kadarıyla oldukça modern ve eğlenceli bir şehir. Üsküp'le birlikte Makedonya'dan ayrıldık. Turumuzun ve dünyanın bağımsızlığını ilan eden son ülkesi olan Kosova'ya geçtik. Kosova, 2008 yılında bağımzsızlığını ilan etmesinin ardından denetim, Birleşmiş Milletler'den Avrupa Birliği'ne geçmiş. Başkenti Priştina olan Kosova'da Türk Nüfusu 60.000 civarında. Resmi dili Arnavutça ve Sırpça olan Kosova'da, Türkçe ve Boşnakça belediyeler seviyiesinde resmi statüye sahip olan diller arasında bulunuyor.


Kosova'daki ilk durağımız, ülkenin kültür başkenti olarak nitelenen Prizren şehri. Arnavut, Türk ve Boşnaklar'ın bir arada yaşadığı şehirde çok fazla Türk görmeniz mümkün. Burada trafik levhaları, tabelalar ve şehir bilgi panoları, Arnavutça, Sırpça ve Türkçe olmak üzere üç dilde yazılıyor. Burada Türkçe'yi bilmek Prizren'li olmakla özdeşleşmiş durumda. Kentin en yüksek tepesinde bulunan Prizren Kalesi, Doğu Roma döneminden kalma. Osmanlı döneminde genişletilerek kullanılan kalenin konumlandığı yer çok güzel. Ama oraya çıkmak için bir hayli yürümek, daha doğrusu tırmanmak gerekiyor. Biz cesaret edemedik ama merak da etmedik değil.



Prizren'de görülebilecek yerler arasında şehir merkezinde, Şadırvan Meydanı'nın hemen yanındaki Sinan Paşa Camii, Gazi Mehmet Paşa Hamamı ve şehrin ortasından geçen Akdere üzerinde bulunan Taş Köprü sayılabilir. Sinan Paşa Camii, 1615 yılında yapılmış ama 2008 TİKA tarafından onarılmış. TİKA ( Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı ) , tüm tur boyunca pek çok yerde karşımıza çıktı. Amaç, gelişmekte olan ülkelerin kalkınmalarına yardımcı olmak ve bu ülkelerke ekonomik, sosyal, ticari ve kültürel bir işbirliğinde bulunmak.


Prizren şehri oldukça hareketli bir şehir. Burada düzenlenen Belgesel Film Festivali ( Doku Fest ) ayrı bir heyecan katmış şehre. Şehirde çok fazla asker göreceksiniz. Biz Türk gücü askerleriyle sohbet etme ve fotoğraf çektirme şansına sahip olduk. Ülkemizdeki asker tanımından biraz farklılar nedense. Öğlen yemeğimizi de burada Besimi Restaurant'ta yedik. Menümüzde yöresel köfte, et ve tavuk vardı. Ayrıca meze olarak yöreye özgü kırmızı ve yeşil biber dolması ve turşu vardı. Bu restaurantta çok rahat yemek yiyebilir, çalışanlarla Türkçe konuşarak anlaşabilirsiniz. Oldukça büyük ve renkli bir yer. İçeride bulunan ördekler de size yemek boyunca eşlik ediyor. Prizren'den sonra istikamet başkent Priştina.

Priştina, bağımsızlığın ilanından sonra yeniden inşa ediliyor. Şu anki görüntüsü tam bir şantiye alanı gibi. Şehir, Osmanlı kimliğinden oldukça uzak. Zaten pek çok tarihi eser de harab olup gitmiş. Osmanlı Dönemi'nde yapılan Birinci ve İkinci Kosova Savaşları'nın yapıldığı Kosova Ovası da bu şehrin sınırları içerisinde bulunuyor. Burada gördüğümüz tek cami, tadilatta olan Fatih Camii idi. Onu da ramazan ayına yetiştirmeye çalışıyorlardı ama bence yetişmemiştir. Priştina'da biraz Amerikan hayranlığı var gibi geldi bize. Kaldığımız otelin tepesinde bulunan Özgürlük Heykeli de buna güzel bir örnek olsa gerek. Şehrin ana caddesi trafiğe kapalı ve sağlı sollu cafeler ve barlar, müzik yapan gruplar ve askerlerle dolu. Şehir yine de canlı kalmaya çalışıyor.


Otelimizdeki düğün bizim için büyük sürpriz oldu ama gecenin geç saatlerine dek sürmesi de can sıkıcıydı. Ve artık ayrılık zamanı. Havaalanına gitmeden önce son ziyaret yerimiz Sultan Birinci Murat Hüdavendigar'ın türbesi oldu. Sultan Birinci Murat, Birinci Kosova Savaşı'nın ardından savaş alanını gezerken Sırp genci Milos OBİLİC tarafından hançerlenerek öldürülmüş. Sultan'ın iç organları da şehit edildiği yere gömülmüş. Daha sonra oğlu Yıldırım Beyazıt, burada onun adına bir türbe ( Meşhed-i Hüdavendigar ) inşa ettirmiş. 2005 yılındaki onarımda sonra da bugünkü halini almış. Türbenin bakım ve onarımızı yıllardır Türbedar ailesi yapıyor. Onların kaldığı yer de türbenin sınırları içerisinde. Milos OBİLİC, Sırplar arasında bir kahraman konumunda. Adına bayram dahi düzenlenen OBİLİC'in adını çeşitli yerdeler görebilirsiniz.

Dönüşümüz Priştina havaalanından oldu. Oldukça küçük ama bir o kadar da kalabalık bir havaalanı idi. Neyse ki herhangi bir rötar olmadan dönebildik şehri İstanbul'a. 1 hafta boyunca tanımaya, anlamaya çalıştık Balkanları ve orada yaşayan insanları. Yakın dönemde burnumuzun dibinde gerçekleşen  katliamın kalan izlerini ve açtığı derin yaraları gördük. Hala müslüman kardeşlerimizin kendini nasıl yalnız hissettiğine ve hala nasıl korktuklarına şahit olduk. Bu gezimizden sonra ne kadar doğru bir tercih yaptığımızı bir kez daha kabul ettik. Bizlerin geçmişinden o kadar çok iz taşıyor ki bu şehirler. Ne kadar çok değişim gösterirse göstersin, bazı şeyleri silmek ya da unutturmak mümkün değil.

Herkesin yolunun bir gün Balkanlar'dan geçmesi dileğiyle...

2 yorum:

Adsız dedi ki...

BALKANLARIN TEK TÜRK BELEDİYESİ OLAN MAMUŞA'YI GÖRMEMENİZ KOSOVA GEZİNİZİN EKSİK SONUÇLANDIĞINI GÖSTERİR.BALKANLARDA TÜRKÇE'Yİ ANCAK MAMUŞA'DA GÖREBİLİRSİNİZ! BİR DAHAKİ SEFERE MUTLAKA BEKLERİZ EFENDİM...

Seda Cürgül Kaya dedi ki...

Bir dahaki sefere Mamuşa'ya geleceğiz inşallah...